Türkiye'nin sıcak tartışması bitmiyor.

Din – devlet – toplum ilişkisi...

İslam – Laiklik ilişkisi...

Demokrasi – laiklik ilişkisi...

Cumhuriyet – Demokrasi ilişkisi.

Cumhur'un değerleri – Cumhuriyet'in muhtevası ilişkisi...

Siyaset – sistem ilişkisi...

Meclis'in belirleyiciliği... Toplumun belirleyiciliği...

Genelkurmay Başkanı'nın, geçenlerde yaptığı basın toplantısındaki Cumhurbaşkanlığı kriteri çerçevesinde söylediği “Sözde değil özde laik” tanımlaması, farklı alanları da kapsamak üzere bugün de sık sık tekrarlanıyor.

Aslında böyle bir tanımlamayı dindar insanlar da rahatlıkla yapabilir.

“Sözde değil özde dindar!”

Hatta aslında bu tanımlama, “insan – din ilişkisi” için daha yakışır gibi duruyor.

Çünkü sonuçta laiklik, somut bir duruşu gerekli kılıyor. O duruş gerçekleşiyorsa ayrı bir özden bağlılık aramak gerekli olmayabiliyor.

Oysa din, kalpten inanmak veya inanmamak gibi bir ayrımı önemseyebiliyor. Bunun kendine özgü terminolojisi (ıstılahı, özel terimi) de var. Din, özden inanmayanı “nifak” içinde olmakla, bu nitelikteki insanı da “Münafık” tanımlaması ile ifade ediyor.

O bakımdan “sözde değil özde” ifadesi önemli bir dindarlık kriteri olarak anlaşılabilir.

Ama şu sıralar bu söz, en çok, insanların – politikacıların laiklikle münasebetleri açısından gündeme geliyor.

Acaba bu, bir kesimin laikliği bir tür din gibi algılamasının sonucu olabilir mi?

Türkiye söz konusu olduğunda böyle bir vakıanın altı ısrarla çiziliyor.

Zaman zaman “Dine karşı bir din” gibi tanımlanıyor laiklik. Ya da böyle algılanmaması gerektiği ifade ediliyor.

Onun için Türkiye'de yoğun bir laiklik tartışması sürüp gidiyor. Türkiye'nin en büyük siyasi grubunun liderlik konumundaki simaları, “Laikliğin tanımlanması” gibi bir gerekliliğin altını ısrarla çiziyor. Sistem üzerinde özel misyonları bulunduğunu düşünen askeri – sivil kurumlar ise, “Laikliğin tanımlanması” taleplerini, “laikliğe yönelik tehditler” çerçevesinde görüyor.

Bütün bu tartışmalar, gerilimler, dünyanın gözü önünde gerçekleştiği, eş zamanlı olarak Türkiye'nin, diyelim Avrupa Birliği ile üyelik görüşmelerinin sürdüğü bir zamanda meydana gelmesi, üstelik AB ile ilişkilerin tam da demokrasi – laiklik – özgürlükler – askerin siyaset üzerindeki etkisinin azaltılması gibi konular etrafında şekillenmesi konuyu Uluslar arası niteliğe büründürüyor.

Türkiye, bu anlamda dünyadan nasıl görünüyor?

Demokrasi, laiklik, sivil haklar konusunda belli normlara ve standartlara kavuşmuş bulunan Avrupa'dan bir kalem, Financial Tımes'ın Ankara muhabiri Vincent Boland bakın neler yazmış:

“Atatürk'ün Ankara'nın merkezindeki güzel manzaralı ve biraz da abartılı Anıtkabir'ini ziyaret eden herkesin fark edebileceği gibi, 1923'te Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları üzerine Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran asker-devlet adamının mirası canlı ve yaşayan bir şey. Birçok Türk için yapımı 10 yıl süren ve 1953'te tamamlanan bu anıt kutsal bir şeyi temsil ediyor: Anıtkabir, laikliğin taştan bir simgesi, ülkenin gayrı resmi dininin bir nevi tapınağı haline gelmiş durumda.

Kemalist devrimi ayakta tutan bütün ilkeler arasında en kalıcı, önemli ve yanlış anlaşılanı laiklik kavramı. "Cumhuriyetin resmi yapısının en tanımlayıcı unsuru laiklik," diyor, Bilkent Üniversitesi siyaset profesörü Faruk Gençkaya ve devam ediyor: "Laiklik, Türkiye'de en az İslamiyet kadar önemli bir tür dindir."

Bir din olarak laiklik fikri bir paradoks, ama Türk laikliğinin gerçekte ne anlama geldiğine dair kendine özgü kavramın izahına da yardım ediyor. Olgun demokratik ülkelerde laik sistem dinle devletin kesin ayrılığı anlamına gelir, fakat mutlak ibadet ve inanç özgürlüğünü de tanır. Türkiye'de laiklik daha öteye gidiyor ve Fransızların laisizm düşüncesiyle buluşuyor. İbadet özgürlüğü var; çoğunlukla yoksul kırsal bölgelerden gelen birçok yüksek rütbeli subay bile öyle ya da böyle dindar Müslümanlar olma yönünde tam özgürlüğe sahip, tabii bunu kendilerine sakladıkları sürece.

Fakat her cuma namaza giden milyonlarca Türk'ün dinlediği vaazları bir devlet kurumu olan Diyanet yazıyor ve gözden geçiriyor. Sonuç şu: Devlet bir yandan ibadete karşı modern bir liberal demokrasinin yapacağı gibi karışmazlık politikası benimserken, bir yandan da imamların gerici ve karşı devrimci olduğuna dair o hiç bitmeyen kuşkuların beslediği boğucu bir kontrol politikası yürütüyor; dini siyaset arenasının dışında tutmaya çalışıyor.

Akademisyen ve yorumcu Ömer Taşpınar geçen pazartesi yazdığı köşe yazısında ordunun 'gece yarısı bildirisinin' bu Jacoben bakışı yansıttığını savunuyor.

Ordu kendisini laik idealin nihai koruyucusu sayıyor ve işlerin ters gittiğini hissettiği anda müdahale etmekte asla tereddüt etmiyor;

1960'tan beri dört seçilmiş hükümetin devrilmesi de bunun göstergesi.” (04.04.2007 tarihli Radikal gazetesindeki tercümesinden)

Evet, işte böyle görünüyor bir Batılının gözünde Türkiye'nin sözü, özü, laikliği, demokrasisi, dini, devleti...

İşin içinde sonuca bağlanmamış o kadar mesele var ki...

Ama “Laikliği tanımlayalım” dediğinizde kıyamet kopuyor. “Daha özgürlükçü bir laiklik tanımı mümkün olmaz mı?” sorusunu soramıyorsunuz bile... Türkiye'nin halleri...