Batı dünyası medeniyet yarışında koşmaktan yorulduğunun sinyallerini epeydir verip durmakta. 16. yüzyılda İtalya’da start alan Rönesans Harekatı (Yeniden Doğuş) Kilisenin egemenliğine başkaldırıp dünya görüşünü antik Yunan’ın insan merkezli pagan dünya görüşüyle irtibatlandırarak kutsaldan soyutlanmış medeniyetinin inşasını başlatmıştı.

Rönesans Harekatı’nı Aydınlanma Harekatı (Enlightenment) takip etti. Bu da moderniteyi doğurdu. Modernite ile de Batı dünyası büyük adımlarla koşmaya başladı ve dünyayı fethe çıktı. Bir taraftan üretmeğe ve ürettiği mallara pazar açmaya çalışırken diğer taraftan da yeryüzünü moğol çapulcuları gibi talan etti.  

“İnsanın ihtiyaçları nâmütenâhîdir”, insanın mutlu olabilmesi, toplumların barış içinde yaşayabilmesi de bu sınırsız ihtiyaçlara burada (bu dünyada) ve şimdi (yaşanılan çağda) karşılık vermekle mümkündür, anlayışıyla insanları motive etti. Burada ve şimdi mutluluğun anahtarını elinde tuttuğunu iddia ederek büyük vaadlerde bulunma cüretini gösterdi.

Bu zeminde modernite “büyük hikâyeler” üretti; materyalizm eksenli komünizm, kapitalizm, liberalizm, faşizm gibi. Bu ideolojiler hitap ettikleri sınıflara yeryüzünde cennet vaadinde bulundular.

Sözün özü; modernite, büyük yığınları, bilimsel verilerle mutluluğa taşıyabileceğine inandırdı. Ama bu sözünü tutamadı. Bırakın yeryüzünde cennet kurmayı, tam aksine büyük hayâl kırıklığına sebep oldu. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı tamamen modernitenin ürünüydü. Modern devletler tarihte eşine rastlanmamış çapta insanı, modern bilimin başarısı sofistike kitle imha silahlarıyla eritti. Büyük şehirleri yerle bir etti. Klasik “askerî cephede savaş” anlayışını değiştirerek bunu sivillerin yaşadığı şehirlere taşıdı. İnsanoğluna yaşayabileceği en büyük acıları yaşattı.

Bilimsel düşünen insan barışcı olacaktı, olamadı. Dinden âzade olmuş kitleler tarihsel düşmanlıklarını mâziye gömecek, böylece insanlık paydasında eşitlenecekdi; ama gidip faşizm duvarına tosladı, Nazizmi üretti. İnsan artık âhiretini değil, bu dünyasını düşünecek ve bu dünyasını güzelleştirecekti, böylece egoizmi şahlandırdı; narsisizmi imaj, diğerkâm duruşu bönlükle eşdeğer kıldı.

Evet, modernite aşırı üretim iddiasında başarılıydı ama ne kadar üretirse üretsin sınırsız insan iştahına bir türlü yetişemiyordu, zaten dünyanın sınırlı kaynakları da buna imkân vermezdi. Bütün bu üretime rağmen yılda 25 milyon kişinin açlıktan ölmesine mâni olamadı. Açlıktan ölen bu çapta insanı da gözlerden saklamak ancak modern araçlarla mümkün olabilecekti.

Çekirdek aile dedi, geniş aileleri parçaladı. Şimdi de çekirdek aileyi bir arada tutamıyor. Gelinen merhalede bırakın aileyi, atomlarına parçalanmış bireyi bile hangi tutkalla tutuşturabileceğinin formülünü arıyor.

Modernite, sabit değerlere ve sabit inançlara karşı olduğundan “yenilik”i mutlaklaştırdı. Yeni olan makbul, yeni olan kutsaldı. Bu da zaman testine dayanmış insanlığın ortak müsbet birikimine savaş olarak vakaya tercüme edilecekti.

 “Sürekli mutlak yenilik”i hedeflediğinden hem çok yoruldu, hem insan fıtratını çok aşındırdı. Bunu gören birçok insan da alternatif arayışı içerisine girdi. Postmodernite de bu arayışın bir ürünü.

“Paradigmayı değiştirirsek çökmeyi önleriz”, dediler. Ama felsefik bir akım olmaktan öteye geçemedi. Nihâyetinde o da “seküler paradigma”yı esas aldığından başka çözümsüzlükleri çözüm diye sunma gafletinde bulundu.
Postmodernite, modernitenin “büyük hikâyeleri” olan ideolojileri toprağa gömmeye niyetli. Zira bu ideolojilerin birer deli gömleği olduğuna inandı. Zaten postmodernite moderniteye bir tepki harekatıdır. Ama insan hayatını da mânasızlaştırmaktan kurtulamıyor. Mânanın olmadığı yerde insan da yoktur. Mânanın olmadığı yerde mutluluk hiç yoktur.

Postmodernitenin, modernitenin çıkmazını aşmak için yeni bir paradigmaya ihtiyaç vardır, söylemine katılmamak elde değil. Ama bu rölativizm olamaz, rölativizm insanı buhranlara sürükleyen  başka bir cenderenin adıdır.
Bu tıkanıklığı aşmak için yeni paradigmaya ihtiyaç var, evet. İslâm’dan başka da insanlığın sorunlarını çözmeye varım diyen paradigması öznel farklı dünya görüşü ortalıkta gözükmüyor.

Bunu söylerken İslâm dünyasının içinde bulunduğu içler acısı durumu görmezden geliyor değilim. Bir taraftan öncü modern ülkelerin işgali altında, bir taraftan ismi Ahmet, Abdullah, Hüsnü olan, adı müslüman zihni Batılı liderler tarafından kuşatılmışlık hâli. Bir taraftan modernite öncesini yaşayan bir taraftan da modernleşme mücâdelesi veren bir dünya bizimki..
Bütün bunların farkındayız. Buna rağmen, İslâm’ın kendisi bir din ve bir dünya görüşü olarak muhteşem imkânlara sahip, bundan bahsediyoruz. Bu, Müslümanların içinde bulunduğu duruma rağmen böyledir.

İslâm’ı hedef tahtasına oturtan küresel güçlerin bunu görmediğini mi sanıyorsunuz? O zaman büyük yanılgı içerisindesiniz. Bizimkilerin görmediğini onlar çok iyi görüyor.