Birçok yönden Arap dünyası tarihin akışının tersine bir seyir izliyor. Hala geçen yüzyılda yaşanan çatışmaların tutsağı. Bir yanda Irak ve Suriye’den geçerek Yemen ve Libya’ya uzanan krizler, diğer yandan Mısır, Cezayir, Lübnan ve Sudan’a uzanıyor. Siyasi ve coğrafi pencereden yeni bir harita çiziliyor, o kadar ki bölgede kurulan ittifaklar arasındaki soğuk savaşın karakteristiğini çok net görebiliyoruz. Ancak bu işlemin bazı detayları barındırması gerekiyor. Mesela artık Arap coğrafyasının mevcut şekliyle devam edeceğine dair şüphelerimiz var. Sykes- Picot’la çizilen sınırlar değişime tabi olmayacak. Irak ve Suriye’de ortaya çıkan IŞİD ile Libya ve Yemen’in bölünme olasılığı bu şüpheleri artıran yönde. Değişimle ilgili ilk sinyaller, Türkiye, Irak, Suriye ve İran’a dağıtılmış olan Kürt halkı için kurulan Kürdistan devleti ile verildi. Parçalanmasını umut etmediğimiz Sudan’ın güneyinden ayrılması ve artık Arap zihninden kopmaya başlayan Filistin’in yavaş yavaş haritadan siliniyor olduğunu da unutmamak gerek.

Coğrafi yapının nasıl oluştuğu konusunda hala bir bilinmezlik hakimken, Arap dünyasının demokratik dönüşüm testinde başarıya ulaşamadığını söylersek hata etmiş olmayız. Tunus’ta bir nebze de olsa demokratik dönüşüm gerçekleşmiş olsa da, bu ölçülmeyecek bir istisna ve bölgedeki realiteyi değiştirecek kapsamda değil. Mevcut durum, Berlin duvarının çöküp Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra Samuel Huntington ve Francis Fukuyama’nın müjdelediği gibi tarihin bittiği ve demokrasinin kazandığı sözünün Ortadoğu’da geçerli olmadığını iddia etmemize de olanak sağlıyor. Ne demokrasi kazandı, ne de medeniyetler çatışması yaşandı. Çünkü şu an tek bir medeniyetin çocukları arasında çatışma var. Demokrasi de ona karşı olanlar giderek geliştiği için her geçen vakit düşüşe doğru gidiyor.

Geçen yüzyıl, imparatorluklar ve büyük güçler arasındaki silahlı çatışmaların sona erdirilmesi için verilen uğraşlarla geçti. İki dünya savaşında milyonlarca insanın kanı aktı. Tarihin sayfaları İtalya’nın faşizmi, Almanya’nın nazizmi ve Sovyetlerin komünizmi arasındaki ideolojik savaşlar arasında katlandı. Sonunda ise liberalizm ve kaçınılmaz bir şekilde emperyalizm kazandı. ABD ile Sovyetler birliği arasındaki soğuk savaş bitti. Onun öncesinde kurulan Birleşmiş Milletler ise uluslararası sistemin bir ayağı ve farklılıkları çözmek adına bir araç olma hedefini taşıyordu. Bunun yanı sıra doğrudan sömürge yönetimi sona erdi. Dünya, siyasi, ticari ve çevresel nüfuzu için rekabetin diğer alanlarıyla ilgilenmeye başladı. Bunun bir sonucu olarak bilgi devrimi yaşandı, sanayi ülkeleri arasında yeni, büyük rekabet alanları açıldı.  

Yüzyıl biterken, çatışmanın şekli çok farklı bir boyuta büründü. Yeni rolü, barış zamanında savaş gölgesinde uygulanan ve “Siber saldırı” olarak adlandırılan yeni bir çatışma şekli aldı. Bunun en belirgin adayı da yenidünya düzeninde ABD’nin karşısına Sovyetlerin yerine çıkan Çin oldu. Şu an Çin kapsamlı ve sürekli bir ticaret savaşı içine girmiş durumda. Silahı ise yabancı hesaplara sızarak, onların mahzenlerine girecek teknolojisi. O kadar ki, Çin’in Amerikan savaş tasarımlarını elde ettiği bile söyleniyor. Buna mukabil Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansının da kendi müttefikleri ve Çin de dahil olmak üzere dünyanın her yerinde casusluk sistemini geliştirdiği bir sır değil.

Siber savaş bağlamında, Amerikalılar “Staksnet” adı verilen bir virüs programıyla İran’ın nükleer dosyasına zarar vermeyi ve bilgilerin Amerikan hesaplarına kısmi de olsa aktarılmasını sağladı. Buna karşılık İran da intikam almak için Amerika’nın hesaplarını kirletmeye başladı. Bu güç sayesinde, teknolojik olarak bir adım ileride olan taraf, elektrik ve su şebekelerine de zarar verdi karşı tarafı felce uğratmaya başladı. Şimdilik kanın akmadığı veya kurşunların atılmadığı bu gizli savaş, açık bir alana kaymaya başlarsa, “Drone” uçakları ufukta görünmeye başlar.

Hızlıca anlatılan bu özet durum, dış dünyada gelişen durumları resmediyor. Kendi pozisyonlarını daha ileriye taşımak ve halklarının refahı için çalışan dış dünyanın aktörleri, başka bir rekabet alanı üzerinde yoğunlaşmış durumdalar. Bu, anlaşılabilir bir durum şüphesiz. Ancak göz ardı edilmemesi gereken başka bir durum var. O da, zaman geçtikçe Arap dünyasının öneminin azaldığı gerçeği. IŞİD’in ortaya çıkmasından sonra Amerika’nın bu örgütün ilerlemesini durdurmak için ittifak kurmaya davet etmesi örneğinde olduğu gibi bölge mecbur kalınmadığı müddetçe dikkate alınmıyor. Amerika’nın ve Batı’nın isteksizliğinin gün yüzüne çıktığı bu durumun arkasında bazı sebepler yatıyor şüphesiz. Mesela Batı, Ortadoğu’da artık ne içeriden ne de Sovyetler Birliği gibi dışarıdan ciddi bir tehlikenin geleceğine inanmıyor.

Batı, geçtiğimiz yüzyıldan önemli dersler çıkardı. Bu nedenle öncelikle demokratik bir toplum inşasına önem verdi ve ideolojik savaşlardan kaçınarak, ilerleme ve gelişme üzerine yoğunlaştı. Eş zamanlı olarak, silahlı çatışmaların yaşanmaması için farklılıkları kontrol edecek bir sistem yarattı. Böylelikle de ordunun rolü Batı’nın kendi içinde giderek azalırken, sınırları dışında fonksiyonlarını icra etmeye başladı.

Ordunun gerilemesi karşısında, bir takım şirketler ve organizasyonlar kurularak, hem finansal desteğin sağlanması hem de istenen görevlerin yerine getirilmesi amacıyla bazı anlaşmalar yapıldı. Afganistan, Irak ve bazı Afrika ülkelerinde gelişen olaylar bu anlaşmaların bir sonucu. Bazı güvenlik şirketleri ise fonksiyonlarını Arap ülkelerinde icra etmeye başladılar. Bunların en önemlisi ise Körfez ülkeleri. Bu noktada Arap dünyasının geçtiğimiz yüzyıldan edindiği tecrübeler Batı’dan çok farklı. Şöyle ki:

- Arap alemi, sömürge düzeninden kurtulduğunda siyasi yapısı çok zayıf, sosyal tabanı da bitkindi. Avrupa demokrasi yolunda hızla ilerlerken, Arap dünyası aksi bir yöne doğru hareket ediyordu. Bu yüzden demokrasiyi uygulamada başarılı olamadı. Sonrasında gelen bağımsızlık sürecinde ise diktatör yönetimler söz sahibi oldular.

- Stratejik konumu ve doğal kaynakları nedeniyle, sömürgeci güçler bölgeyi kendi nüfuzları çerçevesinde yönetmeye devam ettiler. Onlara Arap devletlerinin zayıf sistemleri de yardım etti. İşgalci güçlerin rolü kabile güçlerininkiyle yer değiştirdi. Bundan sonrasında ise Batı hegemonyası kendi çıkarları doğrultusunda bölgeye önem vermeye başladı.

- İşgal aşamasının tek erdemli tarafı, Arap toplumlarının kendilerine karşı seferber olan ortak düşmanlarına karşı birleşmelerini sağlaması oldu. Arap milliyetçiliği ideolojisi bu düşmana karşı beliren en net düşünceydi. Modern devletlerin kuruluşu ile birlikte bu ideoloji siyasi elitlerin tek çekim merkezi haline geldi. Ancak Arap milliyetçiliği de elitist bir çizgide kaldı ve Nasır dönemi gibi belirli bir tarihi sürecin parçası oldu. Bu sebeple toplumsal tabana inmesi mümkün olmadı. Sonuç olarak da Arap dünyası ulusal bağımsızlık ideolojisinden şu an daha da net bir biçimde görülen mezhepçilik ideolojisine kaymaya başladı. Ortak düşmana karşı yapılan savaşlar ise, vatanın ortakları arasında yapılmaya başladı.    

- Arap devletlerinin deneyimleri ile Batı’nın elde ettiği deneyimler arasında çok ciddi farklar var. Ancak ironik bir şekilde her iki taraf da ordu savaşlarının geride kaldığı konusunda ortak bir kanaate sahip. Tabi ordunun rolünün her iki tarafta da çok farklı bir vecheye büründüğü de açık. Arap ordularının bazıları güvenlik ve yetenek konusunda ne kadar zayıf olduklarını Irak, Yemen, Libya ve Lübnan’da gösterdi. Bazıları da Suriye ve Cezayir’de olduğu gibi iç güvenlik kuvvetlerine dahil oldu. Buna paralel olarak, -müsbet veya menfi – savaş görevi ordular yerine Mehdi ordusu, Ensarullah, IŞİD, Nusra, Hizbullah, Ensarüşşeria, Hamas, El-Fetih gibi etnik cemaatlere kaldı. Bu cemaatlerin çoğu Arap topraklarında doğan yeni ideolojik savaşların birer ürünü. Bunların içinden sadece Hamas ve El Fetih Arapları tehtid eden İsrail’e karşı bir direniş sergiliyor.

- Soğuk savaş dış dünyada göreceli olarak sona erdi ancak, başka bir formla Arap dünyasında kristalize olmaya başladı. Arap baharından sonra bölgede esmeye başlayan değişim rüzgarlarının neticesinde teşekkül eden ittifaklar bunun en büyük kanıtı.

- Batı dünyası ile Arap dünyasının elde ettiği deneyimler arasındaki farklılıklardan biri de, meşhur 11 Eylül’den sonra Batı’da çıkan İslamofobi’nin yansımaları oldu. İslam’a karşı alerjik bir duygunun hakim olduğu bu fenomen yeni yüzyılda Arap dünyasında keskin bir karşılık buldu. Batı medyası sözde İslami terörizmi kınayan bir dil kullanmaya başladı. Siyasi söylemlerde de Arap dünyası bu başlıkla birlikte anılmaya başladı.

Beni bu konuyu tartışmaya iten en büyük neden, bayram tatilinde Arap dünyasının anatomisini tahlil eden ve farklı vechelerini anlamaya çalışan Batı dünyasının yazdığı analizleri ve raporları inceleme fırsatımın olması oldu. Analistlerin üzerinde durduğu başlıklar genelde Arap dünyasında Demokrasinin başarısızlığa uğraması, terör ve şiddetin hakim olmasıydı. Dikkatimi çeken ise, birçoğunun terör ve şiddete odaklanırken bu ikisi arasında bir bağlantı kurmamaları ve şiddet bilincini ortaya koyarken demokratik eksiklikleri göz önünde bulundurmamaları oldu. Bazı tahliller ise tarafını belirlemekten çekinmemişti. Londra’dan yayınlanan “El Hayat” gazetesinde yer alan “ Liberal demokrasi Yemen için ve Yemen dışındakiler için bir çözüm” başlıklı analiz bunlardan biri. Beni en çok şaşırtan ise, Suudi Arabistan’ın Yemen’e verdiği bu tarz nasihatler oldu. Çünkü yazı meşhur Suud’lu bir yazara aitti.

Kaynak: Fehmi Huveydi/ El Cezire
Dünya Bülteni için çeviren: Tuba Yldız