Türkiye'nin ulus-devlet modeli, Kemalist rejimin Kürt azınlığı anayasa ve siyasi uygulamalarla bastırması nedeniyle kriz yaşıyor. İslam kimliği sayesinde Kürt azınlıkla uzlaşmayı derinleştirebilecek AKP'yse, ordu ve milliyetçilerle çatışmamak için krizi çözmeye çalışmıyor
22 Temmuz seçimlerinin sarsıcı sonuçları, Türkiye'nin modernleşmesi ve Kemalist geçmişinden kopması yönünde bir adım olarak açıklanabilir. Fakat, seçimlerde ezici bir başarı elde eden AKP birçok önemli değişime önderlik etmek istese bile, parti Türkiye'nin geçmişinden kopmak niyetinde olduğunu açıklamadı...
Laik akımların başarısız olduğu bir zamanda Türk deneyiminden,
ılımlı İslam'ın İslam toplumlarında demokrasiyi geliştirme ve destekleme konusundaki rolüne dair önemli dersler alınabilir.
,İslam toplumlarında istikrarın, laik-İslamcı çatışmasının bitirilmesine
ve halk ittifakının sağlam temellere dayanmasına bağlı olduğu şüphesiz.
Fakat 22 Temmuz, bölgenin önde gelen ulus-devletlerinden birindeki önemli etnik çatlağı da ortaya çıkardı. Türk siyasi çevrelerinin arasındaki en büyük çekişme, Kemalist rejimin siyasi ve kültürel olarak anayasa, kanunlar ve siyasi uygulamalarıyla bastırdığı Kürt azınlıkla yaşanıyor.
Baskı karşı milliyetçilik yaratıyor
Kürtlere yönelik baskı, siyasi temsili de kapsıyor. Bu durum Kürtleri mecliste temsil etmeye çalışanları, tıpkı Mısır'daki Müslüman Kardeşler hareketi gibi bağımsız aday olmaya zorladı. Öte yandan, bağımsız Kürt adayların meclise girmesi ve çok sayıda Kürt'ün de AKP listesinden seçilmesi olumlu karşılanabilir. Fakat Kürtlerin başarısı, meclise giren üçüncü partinin temsil ettiği aşırı Türk milliyetçilerinin büyük başarısıyla önemli oranda sınırlandı. Bu milliyetçiler, başka ülkelerdeki aşırı sağcı gruplara -örneğin eski Yugoslavya'daki Sırp aşırılık yanlılarına- benziyor; Ermeni, Kürt ve diğer azınlıklara karşı köktenci bir yöntem izliyorlar. Bu akımdan bazı kişiler, Türk değerlerini ve kimliğini tehdit etmekle suçlanan siyasilere düzenlenen suikastlara karışmakla suçlandı.
Bu kamplaşma, bölge ülkelerinin yaşadığı benzer çekişmelerin gölgesinde daha da önem kazanıyor. Irak mezhepsel ve etnik kavgalar açısından sıkıntı yaşarken, İran, Filistin, Suriye, Mısır ve Mağrip ülkeleri de artan çekişmelere sahne oluyor.
Ulus-devlet modelini bölgeye Türkiye getirdi; İttihatçıların ulus-devlet anlayışı, tek dil ve tek kimliğe dayanıyordu. Bu anlayışı Türkleştirme dayatmasıyla hayata geçirmeye çalışmaları, Osmanlı Devleti'nin sonunu getiren isyanlara yol açtı. O sıralarda, Batılı modernleşme modelini ithal etme düşüncesini savunan Atatürk ortaya çıktı. Mustafa Kemal ve müttefikleri azınlıklara karşı zorla Türkleştirme politikası izledi; Ermeni tehcirinde -soykırım demiyoruz-, Ermeni, Rum ve Kürt azınlıklara baskı yapmakta tereddüt etmedi.
Türk milliyetçileri, dini temellere dayanan ancak Müslüman olmayan azınlıkların da yaşadığı birçok Avrupa bölgesini de içine alan Osmanlı Devleti'ni kurtarmaya çalışırken, İslamcılığı milliyetçilikle değiştirmenin devleti çökmekten kurtaracağını tahayyül etti. Halkların bilincini oluşturan kültürel ve tarihi etkenler göz ardı edilerek 'belirlenen' yapay Türk oluşumu, Balkan halklarının da milliyetçi bilincinin derinleştiğini dikkate almadı. Bu gaflete Araplara ve diğer gruplara Türkleştirmeyi dayatma hatası eklenince, Osmanlı Devleti'nden artakalan toprakların kaybedilmesine yol açan karşıt bir milliyetçi bilinç yaratıldı.
Türk siyasiler bu hatadan ders almak yerine, yeni devletin sınırları içinde kalan azınlıklara da tek bir bakış açısı dayatmayı sürdürdü. Araplar da benzer sorunlarla karşılaştı. Devletin dini değil de milliyetçi temele dayandırılması, görülmemiş çatlaklar yarattı. Örneğin, modern devletin Arap milliyetçiliğiyle 'boyanması', diğer grupları da milliyetçiliğe sürükledi. Türk, İran ve Arap devletleri dil, kültür ve siyaset çeşitliliğini güvence altına alan demokratik bir iklim içinde gelişseydi, bu sorun ortadan kalkabilirdi. Fakat siyasilerin kapalı ve tek bir görüş dayatmakta ısrar etmesi, farklı kimlikleri birlikte yaşama ortamından uzak tuttu. Etnisite ve mezhep temelli yeni kimlikler resmi baskıya doğrudan tepki olarak gelişmeye başladı. Bu şartların ulus-devlet yapısında yol açtığı tehlikeli gerginlikler, birçok Arap ülkesinde gördüğümüz gibi iç savaşların çıkmasına ve devlet oluşumlarının tehdit
edilmesine kadar vardı.
Dolayısıyla, bu duruma yol açan dar görüşlü ulus-devlet formülünün gözden geçirilme vaktinin geldiği kuşkusuz. Daha da önemlisi diyalog, kültürel ve sosyal gelişme kanallarının kapatılması yönünde despot eğilimlere sahip siyasilerin rolü, ümmeti birleştiren bir üstkimliğin ortaya çıkmasını engelledi.
'Türkiye'deki seçim depremi' bu soruna son verecek bir yöntemi ortaya çıkarıyor. Zira bu deprem, Türkiye devletinin geleceğine yarım asırdan uzun süredir hükmeden siyasileri siyasi haritadan bir kalemde silerek haritayı yeniden çizdi. İşlerin idaresini eline alan yeni siyasilerse, Türkiye'nin dini, kültürel ve siyasi kültürüne açılımcı bir anlayışla yaklaşıyor. Onlar, ülkenin gerçek kimliğinden ödün vermeden İslam, Avrupa ve uluslararası coğrafyayla uzlaşma gücüne sahip olmanın yanı sıra, devleti idare edebileceklerini de kanıtladı.
Fakat bu siyasiler de yapıcı rollerini engelleyecek türden 'kalıtsal' sorunlarla iç içe. Türk İslamcılar da, aşırılı milliyetçi eğilimi İslamcı düşünceye karıştıran İslamcı hareketlere çok benziyor.
Örneğin İslamcılar, Türk milletinin asker kültürüne büyük ölçüde sevgi duyuyor ve Türk kimliğiyle Kemalist tanımlamaları baz alarak övünüyor.
İslamcılar daha açılımcı olmalı
Ordunun siyasetteki yerini derinlemesine sorgulayamıyorlar. Ayrıca aşırı Türk milliyetçiliğine karşı koymak ve birleştirici İslam kimliği çerçevesinde Kürtlerle yakınlaşmak istemiyorlar. Bazı Türk İslamcı liderlerle, ordunun hegemonyasına ve İsrail ordusuyla yapılan anlaşmalara harcanan milyarlarca dolara karşı çıkan halkçı bir akımın ortaya konulması gereği hakkında konuşmuştum. Biri, orduyu takdir eden Türk halkının askerin eleştirilmesini kabullenmeyeceğini söyledi.
İslamcı yetkili aslında, İslamcı akımın Türk milliyetçilinin askeri eğilimine sevgi beslediğini ifade ediyordu.
İslamcılar, Kürtler ve orduya dair konularda milliyetçilerle yeni bir çekişme cephesi açmak istemiyor. Fakat bu tür tutumlar, ılımlı İslamcıların ulus-devlet krizinin çözümüne etkin katkı yapmasını engeller. Örneğin Sudan, Mısır ve Irak'ta İslamcılar, azınlıklara laiklerden daha sert yaklaşıyor. İslamcıların eğilimlerini gözden geçirmesi, milliyetçi yöntemden uzaklaşması ve çeşitliliğe karşı daha açılımcı yöntemler üretmesi gerek.
İslamcıların ümmetin içinde bulunduğu felaketlere yol açan uygulamaları ve zihniyeti sürdürerek çağdaş ulus-devletin İslam dünyasındaki başarısızlığını tekrarlaması büyük bir trajedi olur.
Kaynak: Radikal