Türkiye'de cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaşırken, İslami eğilimli AKP'yle laikler arasındaki anlaşmazlık yine su yüzüne çıktı. Oysa, AKP'nin demokrasi çerçevesinde devletle din arasında uzlaşı sağlamaya çalıştığı düşünüldüğünde, AKP'li bir cumhurbaşkanı tehdit sayılmamalı.

Mayıs ayında Türkiye'nin hali-hazırdaki cumhurbaşkanının görev süresi bitiyor. Bu yüzden TBMM'nin ay sonundan önce yeni bir cumhurbaşkanı seçmesi bekleniyor. Cumhurbaşkanlığı, yedi yıl süreli olmasına, aynı ismin bu göreve ikinci kez gelememesine ve doğrudan halk tarafından seçilmemesine rağmen epey önemli bir makam. Hindistan gibi diğer parlamenter cumhuriyetçi sistemlerin aksine Türkiye'de cumhurbaşkanlığı sadece onursal amaçlı değil. Cumhurbaşkanı anayasanın korunması ve anayasal sistemin hayata geçirilmesiyle görevli olmasının yanı sıra, hükümetin bürokrasinin ve yargının önde gelen çalışanları için yaptığı atamaların da onayını veren kişi. Ayrıca cumhurbaşkanı, YÖK üzerinde de kontrole sahip.

Sevmeyen İslamcılar da var

Halihazırdaki cumhurbaşkanı, AKP'nin büyük seçim başarısı sonrası Erdoğan başbakanlığında iktidara gelmesinden iki yıl önce seçilmişti. İslamcı arka plana sahip siyasilerin başını çektiği ulusalcı ve liberal AKP'yse, modern Türk devletiyle Türklerin çoğunluğunun dini arasında tarihi bir uzlaşı sağlayabileceğini düşündü. Geçen beş yılda cumhurbaşkanıyla AKP arasındaki ilişkilerde büyük krizler yaşandı. Cumhurbaşkanı, hükümetin yapmak istediği çok sayıda atamayı geri çevirdi.

AKP'yi iktidara taşıyan benzeri görülmemiş seçim zaferine ve hükümetin ekonomik ve diplomatik düzlemdeki başarısına rağmen, partinin hâlâ damgasını vuramadığı önemli sektörler var. Bu durum da cumhurbaşkanlığı seçimlerini epey önemli kılıyor.

Acaba Türkiye 21. yüzyılın başında, 1950'lerin tekrarına mı sahne olacak? Böyle bir geriye dönüş geçmişteki deneyimin tehlikelerini taşıyor mu?
1950'de Adnan Menderes liderliğindeki DP, Atatürk'ün partisi CHP'ye karşı ezici bir seçim başarısı elde etti. Bugün birçok tarihçi Atatürk'ün başını çektiği İslam karşıtı radikal laiklik projesinin, Atatürk'ün 1938'de ölümüyle yolun sonuna geldiğini kabul ediyor. Atatürk'ün arkadaşları da 1940'lardan sonra İslam karşıtı birçok icraattan vazgeçilmesi gerektiğini idrak etti. Ne olursa olsun Menderes, ezanın tekrar Arapça okunması, hac üzerindeki sınırlamaların kaldırılması ve İslami yöntemle eğitim veren sınırlı sayıda okulun açılması gibi bugün basit görünen ancak o vakitler önemli sayılan bir dizi icraatla devletle halk arasındaki uzlaşı programını hayata geçirdi. Menderes yönetiminin hiçbir şekilde laikliğe dokunmayan icraatları, devletin dine karşı bir Haçlı savaşı yörütmediği mesajını verdi. 1960'da askeri ve sivil seçkinler, Menderes ve DP'den kurtulmanın tek yolunun askeri darbe olduğunu düşündü. Yapılan darbe sonrası Menderes ve Bayar sadece iktidarı kaybetmedi; Menderes'in idamıyla son bulan mahkemeye çıkarıldılar.
Tarih tekerrür etmiyor ancak milletleri geçmişteki deneyimlerinden 'ayırmak' da zor. Bir başka deyişle, AKP'nin DP'nin yöntemi doğrultusunda yürüdüğü söylenebilir. Menderes'in partisi gibi AKP de iktidara siyasi ve ekonomik çalkantı dönemi sonrası geldi. AKP, DP gibi gerek din-devlet ilişkileri, gerekse de Batılı müttefikler ve özellikle de ABD'yle ilişkiler alanında epey ılımlı bir politika izliyor. Beş yıllık iktidarı sonrası AKP'nin kasımdaki seçimleri kazanacağına şüphe yok. AKP'nin Türkiye'si yıllık yüzde 7'ye varan yüksek ekonomik kalkınma oranları içinde yaşıyor. Çalkantıların ve güven eksikliğinin vurduğu bölgede, Türkiye adeta güvenli bir vaha gibi ve bölgesel bir güç olarak ortaya çıkıyor.

Öte yandan, İslami çevreler hükümetin İslamcıların emellerini gerçekleştirmek için tam bir çaba ortaya koymadığı, İsrail ve Batılı güçlerin yanı sıra, AKP'yi cumhuriyeti ve laik mirası devirme fırsatı kollayan İslamcı bir parti olarak gören radikal laik çevrelerin hoşnutluğunu muhafaza etmek için İslami çıkarlardan ödün verdiği görüşünde. Ancak, hali-hazırdaki hükümet Türklerin büyük çoğunluğunun güven ve desteğine sahip.

Hükümetle cumhurbaşkanlığı arasında uyum sağlanması, ülkeyi en az beş yıl boyunca yönetecek partinin temel hedefi olmalı. AKP mecliste çoğunluğa sahip olduğu için cumhurbaşkanlığına istediği kişiyi getirebilir. Şu an partinin Başbakan Erdoğan'ı aday göstermesi bekleniyor. Onun yerineyse Dışişleri Bakanı Abdullah Gül geçebilir. Bu senaryonun gerçekleşmesinin önündeki engelse, parti içindeki geniş muhalefet ve laik devletin en üst organlarından gelen benzer bir baskı. Fakat parti aday gösterirse Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına gelmesi kesin.

Başbakanla cumhurbaşkanı arasında sağlanacak uzlaşıdan parti ve gelecek hükümetin elde edeceği faydalar sayılamayacak kadar çok, ancak bazı riskler de var. Cumhurbaşkanlığının kazanılması ve AKP'nin seçim zaferinin, devletin sivil ve askeri kanatlarında etkin olan laik güçlerle çatışmayı körüklemesi bu risklerden biri. Bu durum etkin laik güçleri bir kez daha, doğrudan veya dolaylı askeri darbelere başvurmaya sevk edebilir. Bu güçler cumhuriyetin güvenliğine dair bir endişe hissederse, hiç kimse darbe eğilimini uzak ihtimal görmez.

Darbe ihtimali çok düşük

Darbe eğilimi, geniş halk desteğinden beslenen karşıt siyasi güçlerle mücadelenin daimi aracı oldu. Öte yandan, AKP'yi iç siyasette pusuda bekleyen birçok güç varsa, dışarıda bekleyenler de daha az tehlikeli değil. Başta ABD ve Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan birçok Avrupa ülkesi gibi Batılı güçler geliyor. AKP hükümetinin 'ılımlı laik İslamcı' diye sunulmasına ve Batı'nın hoşnutluğuna rağmen, bu parti birçok Batılı başkentte güven vermiyor. Sadece liderlerinin İslamcı geçmişi sebebiyle değil, aynı zamanda 'temkinli bağımsızlık eğilimi' yüzünden... Batılı güçler, AKP'nin kontrolü ele aldığını ve uzun süre iktidarda kalacağını görürse, partinin ekonomik başarılarına son vermeye çalışabilir, hatta orduyu darbe için teşvik edebilirler.

Bu tür riskleri uzak görenler Türkiye'nin darbe kâbusundan nihai olarak kurtulduğunu ifade ediyor ve sebeplerini şöyle sıralıyorlar: Öncelikle Türk halkı artık askeri darbelere sessiz kalmaz ve ordu bunu iyi biliyor. İkincisi, geçmişte generallerin MGK kanalıyla başvurduğu ordunun siyasetteki klasik rolü, geçen birkaç yılda yapılan anayasal reformlar sayesinde büyük ölçüde azaldı.

Üçüncüsü, bu reformlar aslında AB üyeliği için yapıldı. Avrupa nasıl olur da dünyanın ve özellikle de İslam dünyasının gözü önünde hem ordunun siyasetten uzaklaştırılmasını şart koşar, hem de aynı zamanda onu darbeye teşvik edebilir? Son olarak, önceki bütün darbeler siyaset, ekonomi ve güvenlik alanlarında yaşanan krizlerin ardından gerçekleşti. Türkiye bugün ordunun darbeye gerekçe olarak kullanabileceği bu tür şartlar içinde değil.
Fakat Türkiye her halükârda yeni bir döneme giriyor. Devletle İslam arasında demokratik uzlaşı başarı elde ederse, bunun bütün Müslüman komşular üzerinde olumlu etkileri olacak. Başarısız kalırsa da çok daha geniş çaplı etki yaratacak.