27 Nisan post-muhtıra süreciyle önü kesilmeye çalışılan Abdullah Gül, Temmuz ayında ünlü Time Dergisi'ne verdiği demecinde şöyle diyordu: "Son 5 yılda yaptıklarımız ortada. Bunlar Doğulu bir ülkenin mevzuatı mı? Bunlar şeriat mı? Biz ülkenin seviyesini yükseltiyoruz. Gerçek reformcular biziz." (Zaman, 14 Temmuz 2007.)

    

Gayet anlaşılabilir sebeplerle Abdullah Gül, AK Parti iktidarı ve AK Partili siyasetçiler olarak, "Doğu'ya ait olmadıkları"nı, yapıp ettiklerinin, takip ettikleri sosyal, kültürel ve iktisadi politikaların Şeriat'la ilişkilendirilmemesi gerektiğini vurguluyordu. 1991'den bu yana Şeriat, dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösterilir, hatta bin senedir İslam Şeriatı'nın bayraktarlığını yapan bu ülkenin meydanlarında göstericiler "Kahrolsun Şeriat" diye bağırır. Oysa Şeriat, İslam dininin ibadetler dâhil olmak üzere, muamelat ve ukubata ilişkin somut fıkhî hükümlerinden başka şey değildir. (Beni daima korkutan nokta, meydanlarında "Kahrolsun Şeriat" diye bağırılan bir ülkeye Allah'ın nasıl bir azap vereceği hususu olmaktadır.)

     

Abdullah Gül'ün Time'a verdiği demeçle ilgili olarak benim "anlaşılır sebepler" deyişimin iki anlam düzeyi var: Biri, sahiden AK Parti içinde yer alan ve neredeyse tamamı Milli Görüş partilerinden gelen birinci nesil siyasetçilerin samimiyetle köklü bir değişim geçirdikleri –ki bilinen laik ve laikçi kamuoyuna yaptıklarııklamalar bu yöndedir-, diğeri "belli mesafeleri almak amacıyla böyle davranmak zorunda oldukları" konusudur. Şu veya bu, biz bu insanların gerçek niyetlerinin ne olduğunu bilebilecek durumda değiliz. Bu yüzden hiç kimsenin samimiyeti, niyeti veya içinden geçenlerle ilgili herhangi bir hüküm veremeyiz. Sinelerin içinde saklı olanı sadece Allah bilir.

     

Bazıları temel bir prensip olarak, İslam'da aslolan "iyi niyet" olduğunu söyler. Bu, bir yere kadar doğrudur ve "Ameller niyetlere göredir" bir hadis-i şeriftir. Ancak mücerret iyi niyetin tek başına yetmediğini söylemek gerekir. Zira, yine bir hadis-i şerifte buyrulduğu üzere "Ameller sonuçlarına göredir". Yani bir eylem ne kadar "iyi niyetle" yapılmış olursa olsun, sonuçları itibariyle hayır ve fayda getirmiyorsa, insanları aksi istikametlere yöneltiyorsa, "iyi niyet"in başlangıçta iyi niyetin mevcud olmasının büyük bir hükmü yoktur. Hatta gayet mantıklı olarak Lenin'in "Cehenneme giden taşlar iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir" dediği söylenir.

     

İç ve dış birtakım etkin çevreler Abdullah Gül ve kendisini aday gösteren AK Parti'lilerin "Doğulu kimliğe sahip olmadıkları"na ve elbette yapıp ettiklerinin "Şeriatla ilişkili bulunmadığına" kanaat getirmiş olmalılar ki, sonunda Sayın Gül, Türkiye Cumhuriyeti'nin 11. Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Bu satırların yazarı başta olmak üzere çok sayıda Müslüman, dini hayatına önem veren veya bu ülkenin ve bölgenin İslami idealler çerçevesinde bağımsızlık, özgürlük, refah ve güvenliğe kavuşacağına inanan ve bunun mücadelesini veren nice İslamcı, o fırtınalı süreçte Abdullah Gül'ün adaylığını ve elbette AK Parti'nin sivil-meşru siyaset yapma hakkını savundular. Esasında öyle yapmak gerekirdi ve sadece AK Parti değil, hangi parti olursa olsun, kim meşru-sivil siyasetin dışına atılma tehdidiyle karşı karşıya gelirse, aynı İslami/İslamcı çevreler aynı mücadeleyi vereceklerdir. Çünkü İslamcı siyaset muhayyilesi, özgürlük, herkese demokrasi ve herkesin temel hak ve özgürlüklerinin teminat alınmasından başka bir gaye gütmez. Ayrıca bizden olan siyasi partiye ve siyasetçiye başka, bizden olmayana başka davranmak ahlaki bakımdan çifte tutumdur. Çifte standart Müslüman entelektüelin ahlaki tutumu değildir.

      

Öyle olmakla beraber, Cumhurbaşkanı seçildikten sonra Abdullah Gül'ün neden İslamcı yazar ve gazetecileri akredite yazar ve gazeteciler kapsamına almadı ve hiçbir resepsiyona davet etmedi? Bu önemli, hatta yerine göre gelecek perspektifi ve planlarıyla ilgili bir sorudur. Bu sorunun cevabını bir sonraki yazımızda aramaya çalışacağız.