Osman ŞAHİN

Vakıf, aslı tutulan bir mülkün menfaatini Allah’ın kullarına verilmek üzere, ebedi olarak Allah’a tahsis etmektir. Vakıf, bir yardımlaşma ve dayanışma müessesidir. Vakıf mallarını idare edenlere “mütevelli” kontrol edenlere “Nazır”, vakıf senedine de “vakfiye” denir. Vakıfların yaygınlaşması şu hadis-i şerife dayanmaktadır. “İnsanoğlu vefat edince amel defteri kapanır. Ancak şu üç ameli işleyenler bundan müstesnadır:1) Sadaka-i Cariye,2) faydalı ilim 3) kendisine dua eden salih evlat bırakanlar (Buhari)”. Müslümanlar amel defterlerinin kapanmaması için mal ve mülklerini hayır işlerine vakfetmişler ve harcamaya dair yazılı metinler (vakfiyeler) bırakmışlardır.

Nesli kesilen insanların vakfettiği malların idaresini (tevliyetini) devlet üstlenir. Vakıf malı satılamaz. Ancak şerefiyesi daha yüksek bir mülk ile değiştirilebilir. Devletin de kendine emanet edilen “mazbut vakıf” mülklerini satma yetkisi yoktur. Zaruret durumunda satışların nasıl yapılacağı evkaf usulüne dair hükümlerde belirtilmiştir. Kesinlikle yerine benzer bir mülk satın alınması lazımdır. Böylesi esaslı bir kural olmasaydı hiçbir vakıf malı günümüze kadar korunamazdı. Vakıfta esas olan malın aslını tutmak ve gelirini sadaka olarak ibadullaha vermektir. Vakıf malı dokunulmazdır. Vakıf malını yiyenler yetim malı yemiş gibi sorumludurlar.

Öldükten sonra hayır işini sürdürme düşüncesi, özellikle Osmanlılar zamanında zirvelere çıkarak yaygınlaşmış ve hayatın her alanına girmiştir. Osmanlılar zamanında Vakıf Medeniyeti ve Hukuku gelişerek toplumun her alanına yayılmış idi. Öyle ki gün gelmiş biriken bu vakıf paraları milletin kurtuluş mücadelesinde düşmana atılan bir mermiye dönüşmüş, bazen savaşta şehit düşmüş askerlerin yetim çocuklarının üzerinde kıyafet olmuş, okul, han, hamam, medrese, çeşme, yol, tekke, zaviye ve daruşşifalara (hastane) dönüşerek insanların onulmaz dertlerine derman olmuştur. 1881 tarihinde temeli atılan Ankara’daki Numune Hastanesinin asıl adı “Ankara Vakıf Gureba Hastanesi”dir.

Ankara Numune Hastanesi 1933

Ankara Numune Hastanesi 1933

Bilahare 1937’de yine Vakıflar Umum Müdürlüğünden alınan maddi destekle genişletilmiş ve ismi de “Numune Hastanesi” olarak değiştirilmiştir. Haydarpaşa’daki Gülhane Askeri Hastanesinin de böylesi bir hikayesi olmalı ki ismi “Sultan Abdulhamid Han Eğitim ve Araştırma Hastanesi” olarak değiştirilmiştir.

Bayezid Darüşşifası Edirne

Keza, İstanbul’da Bezm-i Alem Valide Sultan, Şişli Etfal (Çocuk) Hastanesi ve Edirne’de Bayezit Daruşşifası yüzyıllarca topluma şifa dağıtmıştır. Şişli Etfal Hastanesinin asıl adı “Şişli Hamidiye Etfal Hastanesidir”.

Bu ismin veriliş sebebi İkinci Abdulhamid’in genç yaşta vefat eden kızı Hatice Sultan hayratı olması sebebiyledir. Padişah, başka babalar evlat acısıyla yanmasın diye kendi parasıyla bu hastaneyi yaptırmıştır.(Bu arada Abdulhamit zamanında inşa edilen cami sayısı 500 olup Malatya’daki Yeni Cami de Sultan Abdulhamid’in gönderdiği paralarla yaptırılmıştır).

Vakıf usul hukukunda “sefahata düşkün olanlara vakıf tevliyeti (idaresi) verilemez” diye bir hüküm vardır. Bu maddeyi izah edenler, “aklı hislerine mağlup birisine vakıf parasını teslim etmenin kediye ciğeri emanet etmek gibi olduğunu” söylerler. Bu doğrultuda akıl yürütecek olursak; bir sefihe (içki içene) bir vakıf mütevelliliği (idaresi) teslim edilmemelidir. Keza diğer akçeli sorumluluklar da…Tarihimizde bu kuralın uygulanmaması sebebiyle toplumu olumsuz etkileyen sayısız emanete hıyanet örnekleri yaşanmıştır.

Mesela, Milli Mücadele günlerinde Rusya’nın Moskova’da heyetimize verdiği nakdi yardımların bir partisi olan 100.000 adet altını silah almak için Almanya’ya götürüp Alman Borsasında kaybedenler (!) akılları hislerine mağlup kişilerdir. (Not: Eski Milletvekili ve Tarihçi Sabahattin Selek’in (1921-1990) “Anadolu İhtilali” isimli kitabında (sayfa 133) Almanya’da nasıl ve nerede harcandığı bilinmeyen, bilahare akıbeti konusunda hiç bir soruşturma da açılmayan söz konusu yüz bin altın için “borsada kaybettiler” diye yazması insan aklıyla alay etmektir. Bu açıklama hiçbir TC vatandaşı tarafından tatmin edici görülmemektedir).

Batı entelektüelleri yardımlaşma ve fedakarlıkta bu seviyenin idrakine ulaşamadıkları için vakıf medeniyetimizi kıskanmışlar ve her vesileyle bu kurumları ortadan kaldırmak istemişlerdir. Suriyeli göçmenler meselesinde batılı kültürde hayır müessesesinin olmadığı görülmüştür. Kendi medeniyetlerinde bu derece etkili bir dayanışma geleneği olmadığı için bizim evkaf medeniyetimizi de hazmedememektedirler. Şeri hükümler yerine Nizamnamelerin ihdas edilmesi Avrupa’nın bize kabul ettirdiği vakıf medeniyetini yok etme projesidir. Bu konuda ilk suistimal, idaresi devlete bırakılmış mazbut (kimsesiz) vakıf mülklerinin satışında yaşanmıştır.

1600'lü yıllara ait gravür

 

Daha önce vakıf malları titizlikle korunurken nizamnamelerden sonra mevzuata adeta vesvese sokulmuş ve vakıf malları gelişigüzel kullanılmaya ve günden güne azalmaya başlanmıştır. Nizamnamelerden yaklaşık iki asır sonra mevcut vakıfların yüzde 40’ı nisbetindeki mazbut vakıfların tamamı devletin kontrolünden çıkarılarak halka cüzi bedellerle satılmıştır.

Kabe Hz. İbrahim vakfıdır. Balkan ülkelerinde 30.000’den fazla, Kudüs’te 2000 civarında İslami vakıf akarı bulunmaktadır. Suriye’deki olaylar sebebiyle Halep’te tahrip edilen bir kısım vakıf eserlerinin listesini dunyabulteni.net’te yayınladık ve güzel tepkiler aldık. İslam dünyanın her tarafında Halep gibi vakıf eserleri var. Bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış eserlerden şunu anlıyoruz: İmkan sahibi zevat, kendilerine duaların sürdürülmesi için bütün varlıklarını Allah yolunda vakfetmiş ve yüzlerce eser bırakmışlardır. (Örneğin, uzun süre sadrazamlık yapmış olan Rüstem Paşa, sayılamayacak kadar vakıf hayratı bırakmıştır. Eşi Mihrimah Sultan, Mekke’de bir kırba suyun bir altın bedelle satıldığını duyunca kendi parasından 500.000 altın sarf ederek Taif dağlarından Kabe’ye su getirtmiş ve bu su 30 şadırvanda 30’ar musluklar halinde hacıların istifadesine sunulmuştur).

Bulgaristan mahkemeleri ve hükümeti vakfiye belgeleri bulunan mülkleri Müslümanlara iade etme kararı almış ve ülkedeki vakıf emlakinin yüzde 40’ı mütevellilerine devredilmiştir. Diğer vakıfların davaları halen sürmektedir.

150 yıl önceki Eski Selanik

Yunanistan’da ise yaklaşık 7000 (yedi bin) eski vakıf kaydı bulunmaktadır. Yunan Hükümeti ve adaleti bugüne kadar bunlar hakkında hiçbir olumlu karar almamıştır. Bazı siyasilerin sürekli gerilim çıkarmalarının arkasında, muhtemelen bu konuların gündeme getirilme endişesi var. Rodos’daki camiler Girit gibi olmak üzeredir. Yunanistan’ın Kuzeybatı bölgelerindeki durum daha da vahimdir. Buralarda bütün vakıf eserleri yok edilmiş ve Lozan Antlaşmasının ek mübadele maddelerinde yazılı olmasına rağmen bedelleri Türk tarafına ödenmemiştir. Selanik’te 115 cami ve 42 mescid, Larisa’da 172 cami ve 62 mescid vardı. - Kiliselerden tahvil edilmiş camiler hariç- hiçbir İslami eser ayakta bırakılmamıştır. Bedelleri ödenmediği gibi eserleri yok ederek konunun kapanacağını zannetmişlerdir. Oysa şairin dediği gibi “Onlar sanıyorlar ki, bizi sustursalar mesele kalmayacak, halbuki; bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar, vicdan azabından kurtulsalar, tarihin azabından kurtulamayacaklar, tarihin azabından kurtulsalar, Allah'ın azabından kurtulamayacaklar. (Sezai Karakoç)

Oysa, biz “Kültür Mirası” sloganı ile son 10-15 senede 500 civarında kilise onardık. Bu yüzden dindar Yunanlılar Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan'ı severler. Keza, komşumuz Yunanistan Osmanlıların gayri müslimlerin yaşantıları ve mabetleri konusundaki müsamahalarını çok iyi bilirler ve yeri geldiğinde minnettarlıklarını dile getirirler. Ancak söz Yunanistan’daki Osmanlı bakiyesi eserlerin onarımına gelince yüzlerindeki ifadeler değişir, mahcuplaşır ve konuyu başka bir mecraya yönlendirirler. Umarız Sayın Cumhurbaşkanımızın 2017 yılı Aralık ayında Atina’ya yaptığı resmi ziyaretin basına kapalı bölümünde Türk tarafınca bu hususlar dile getirilmiştir.

Eski vakıf hukukunun halen mahkemelerimizde geçerli olduğunu da hatırlatmakta yarar var: Cumhuriyetten sonra Osmanlı hukuku kaldırılmış ve yerine Avrupadan hukuk sistemi getirilmiştir. Ancak vakıf hukukuna müdahale edilmemiştir. Çünkü vakıf hukuku Avrupa’da yoktu. Belki de batıda böyle bir hukuk olmadığı için dokunulmamıştır. Yeri gelmişken eski vakıf mevzuatının halen geçerli olduğunu dair bir anekdot nakletmek istiyorum: (Bir arkadaşın Bursa da kain bir vakıf akarından yararlanma hakkı vardı. Arkadaş vâkıf’ın (vakfedenin) kızlarından gelen torunun torunu idi. Vakfın kira gelirlerinden yararlanması diğer erkek nesilden gelen mirasçılar tarafından engellenmiş ve mahkemelik olmuşlar. Arkadaş davayı kaybetmiş. Kendisine“Ahkam’ul Evkaf”ın ilgili “mesele”sini verdiğimde avukatıyla birlikte yıldırım hızıyla Yargıtay’ın yolunu tuttu. İlgili Daire daha önce aleyhinde verdiği kararı bu mesele’ye binaen bozdu).