Türkiye'yle ilgili olarak New York Review of Books'taki son raporum, ülkede sivil iktidarın "tarihi nispette bir gelişme olarak askeri iktidarın gölgesinden çıktığını" savunuyor. 29 temmuzda Türkiye'de üst düzey dört askeri komutanın istifası da bu gerçeğe teslim olunmasıydı. Muhtemelen bu, Türkiye'nin hiç bilmediği bir şeye, askeriyenin siviller tarafından kontrol edilmesine yol açacak. 

Gerçekten Türkiye Cumhuriyeti'nin çoğu döneminde askeri komutanlar seçilmiş bir hükümetten memnun değillerse kolayca onu alaşağı ederlerdi. Bu tür son saldırı, The New York Times'ta ele aldığım üzere, 1997'de geldi ve bunun yapılış şekli ordunun ne kadar güçlü olduğunu gösterdi. Tanklar geçmedi, kamu binalarına da baskın yapılmadı. Bunun yerine komutanlar, kolayca İslamcı kökenli Başbakan Necmettin Erbakan'ın günah olarak düşündükleri icraatlarının altını çizen bir dizi "muhtıra" yayımladılar ve ondan yerine getiremeyeceğini bildikleri taleplerde bulundular. O da baskılara boyun eğemedi ve istifa etti.

Şimdi ise tam tersi meydana geliyor. Ordudaki yüksek komuta, kendisini büyük halk desteğine sahip olduğunu defalarca -en son da haziran seçiminde- gösteren hükümet tarafından kuşatılmış hissetti. Halen 200'den fazla subay, demokrasi karşıtı planlar yapma şüphesiyle hapiste bulunuyor. Ordunun, bunların serbest bırakılmasını sağlayacak gücü yok. Bu durumdan duyulan hayal kırıklığı Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner ve üst düzey üç komutanının görevi bırakmasına yol açtı.

İstifalara yol açan son kıvılcım, hükümete karşı komploların içinde oldukları iddia edilen subayların adli takibatıyla ilgili tartışmaydı. Generallerin istifalarını açıklamalarından birkaç saat önce, Türk savcılar soruşturma kapsamında, birkaç yüksek rütbeli ordu mensubu da dahil 22 şüpheli hakkında daha suçlamada bulunacaklarını ifade ettiler. Buna rağmen, gerçek ihtilaf çok daha derindir. Cumhuriyetin 1923'te kuruluşundan 2002'de AKP iktidara gelinceye kadar Türk ordusu hükümet politikaları ve özellikle de güvenlik meseleleri üzerindeki gayriresmi veto yetkisini korudu. Sivil politikanın sınırlarını askeri liderler belirlediler.

Şimdi ordunun neyi yapabilip neyi yapamayacağına seçilmiş siviller karar veriyor. Eskiden Yüksek Askeri Şura toplantıları askeri komutanlar tarafından yönetilir, başbakan ve savunma bakanı dahil sivil liderler ise sessizce bir köşeye siner ve talimatları beklerlerdi. Bu haftaki toplantıda, istifa edenlerin yerine yeni generaller atanmasına liderlik ederken başkanlık koltuğunda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan vardı.

İstifalar, üst düzey komutanlar tarafından ordunun azalan rolüyle ilgili olarak yapılan sembolik bir protestoydu. Bu, Türk demokrasisindeki gelişmeyi yansıtıyor. Gerçek bir demokraside ordu apolitiktir. Başbakan Erdoğan'ın apolitik bir ordu mu istediği, kendi kontrolünde bir ordu mu istediği ise net değil.

Türk ordusu hep kendisini Kemalizm’in nihai koruyucusu olarak görür. Kemalizm, Cumhuriyet'in kurucusu Kemal Ataürk tarafından ortaya konan militanca laiklik ideolojisidir. O, toplum, siyasetçiler ve basında boğucu bir görüş birliği yürürlüğe koydu. Hepsinin üstünde de bu, siyasette dini etkinin yükselişiyle mücadele edilmesini gerektirdi. (Buna rağmen, paradoksal bir şekilde, 1980'lerin başındaki doğrudan idare döneminde solculukla mücadelenin bir yolu olarak İslami politikalar yürütülmesini teşvik etmeye karar veren de orduydu. Ordu çok sayıda İslami lise açılmasına izin verdi ve sürgünde yaşayan Müslüman lider Necmettin Erbakan'ı ülkeye gelip yeniden siyasete girmeye davet etti.)

Orduda üst rütbelere sadece gerçek Kemalist inançlılar getirildi. Bir sefer genç subaylar ve hanımlarının bir resepsiyonuna katılmıştım, bana refakat eden Türk, bu tür toplantıların gizli bir gayesinin olduğunu açıkladı. Hanımları başı örtülü olan ya da şarap yerine meşrubat içen subaylar dindar oldukları ve terfi için uygun olmadıkları şeklinde kayda geçerlerdi.

Kendi kurumsal kapsülünün içine hapsolan ordu, Türk toplumunda son yıllarda meydana gelen hızlı değişimi yakalamayı ve buna adapte olmayı başaramadı. Orta ve yüksek öğrenimlerini tamamlayan Türklerin sayısında olağanüstü bir artış meydana geldi, yine sosyal ve coğrafi hareketlilik ve siyasi farkındalıkta da benzer gelişmeler oldu. İnsanlar, ordunun ülkeyi yönetme ısrarı dolayısıyla kendilerini korunmuş değil, baskı altında hissettiler. Çoğu kişi, ordunun gerekli olduğunda ısrar ettiği, okul ve kamu kurumlarında başörtüsü takmaya sınır getirilmesi gibi dini uygulamaların resmen sınırlandırılmasından rahatsız oldu.

Erdoğan, 2002'de ilk kez ülke yönetimine talip olduğu zaman çoğu kişi ona, orduya borçlu olmadığını bildikleri için oy verdi. Seçmenler, onun nihayet orduyu siyasetin dışına atabilecek bir Türk lider olacağını ümit ettiler. Bu, sadece doğrudan eylemlerle değil ordunun güç gösterdiği polis, istihbarat kurumu, yargı ve diğer bazı kurumlara hakim olarak gerçekleşti. Son istifalar, bu kampanyanın kapak taşı oldu.

Türklerin, çoğu kişinin Erdoğan’a oy vererek ifade ettikleri tam demokrasiye olan arzuları, ordunun son 10 yılda gücünün büyük bölümünü kaybetmesinin ana sebebidir. Ordu da siyasi bir güç olarak kendi ölümüne katkıda bulundu. Subayların gangsterler ve gazetecilerle Kürt milliyetçilerine karşı kullanılan ölüm çeteleriyle irtibatlı olduklarına dair açıklamalar da kurumun imajını lekeledi. Haberler de subayların, saldırıların halkta orduya karşı sempatiyi arttıracağı gerekçesiyle bazen Kürt savaşçıları takip etmekte isteksiz olduklarına dair şüpheleri arttırdı.

Türkiye’nin değişen güvenlik durumu da ordunun gücünde aşınmaya katkı yaptı. Türkiye’nin güvenliği için ana tehdit Sovyetler Birliği iken bu durum Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ortadan kalktı. Her ülkede ordular, güç ve paralarının, vatandaşları tehlikeli düşmanlarla karşı karşıya kaldıklarına dair ikna etmelerine bağlı olduğunu bilirdi. Soğuk Savaş etkisini yitirmeye başlayınca Türk komandolar, Kürt milliyetçilerine karşı tamamen imhaya yönelik, tavizsiz bir mücadele başlattılar. Bunların Kürt militanlarına karşı uzun süren savaşları milyarlarca dolara ve on binlerce cana mal oldu fakat kayda değer bir netice alınamadı. Şimdi bile genç Türk askerler ve Kürt savaşçılar dönem dönem çatışmalarda ölüyorlar. Çoğu Türk, askerler tarafından değil siviller tarafından tasarlanan yeni bir yaklaşımın zamanının geldiği kanaatine vardı.

Bununla beraber, Türkiye'de sivil yönetimin tam kapsamlı demokrasiye ne kadar bağlı olduğu açık değil. Son askeri istifalar, Erdoğan'ın çok güçlü olduğuna dair endişeleri yoğunlaştırdı. O ve Abdullah Gül, gelecekte daha önceki sivil liderlerin yaptıkları gibi otomatik bir şekilde onaylamak yerine tüm askeri terfileri dikkatle inceleyeceklerini açık bir şekilde belirttiler. Eğer bunlar bu yetkilerini  antidemokratik işgüzarlığın yükselişini önlemek için kullanacaklarsa bu faydalı olur. Bununla beraber, Erdoğan, birkaç yılını eleştirmenlerine gözdağı vermek ve bürokrasiyi dostlarıyla doldurmakla geçirdi. Eğer aynı yaklaşımı orduya da yaparsa Türk demokrasisinin üzerine gölge düşer.

Türk ordusu 80 yıldır asıl antidemokratik güç olsa da ordu aynı zamanda bir tür alaturka istikrar sağlayıcı kuvvet olarak da görev yaptı. Ordu, laikliği, kadın haklarını ve Batı yanlısı politikaları garanti altına aldı. Yeni manzarada bu garantiyi kim ya da neyin vereceği belli değil. Muhalefetteki siyasi partiler zayıftır ve orduyla iş birliğinden dolayı durumu tehlikededir. Raporumda da yazdığım gibi, Türk basını da son senelerde çok sayıda gazetecinin tutuklanması ve haklarında nahoş suçlamalarda bulunulmasıyla korkutuldu. Türkiye'de sistemde -sadece kurumsal olmayan, aynı zamanda eğitimli ve kendisinden emin nüfus da dahil olmak üzere toplumsal da olan- kontrol mekanizmaları muhtemelen Erdoğan'ın kendisini Vladimir Putin veya Hugo Chávez gibi otoriter bir figür haline getirmesini önleyecektir. Ama Erdoğan bu yöne doğru ilerlemek isteyebilir.

Türkiye'nin siyaset ve güvenlik açısından son çeyrekte yaşadığı trajedi, Kürt milliyetçiliğine yönelik politikanın da başarısızlığı oldu. İhtilaf başladıktan sonra ilk kez sivil liderler şimdi devletin Kürt militanlığına karşı tepkisini tekrarlama pozisyonundalar. Erdoğan'ın da bu konuda gidişatı değiştirmeye hazır olduğuna dair herhangi bir işaret yoktur. Ama en azından o, meselenin halledilmesinin önemini kabul ediyor. Ordu komutasındaki değişiklikler de bunu yapması için ona ümit verici bir fırsat veriyor. Bir gün Türklere sivil-asker ilişkilerine yeni şekil vermesinin Kürt bölgesine ordunun yapamadığı şekilde barış getirdiğini söyleyebilirse o muhtemelen, barışı mümkün hale getirmeye yardımcı olan biri olarak dönüp bu haftaya bakar.

Yüksek askeri komutanların istifaları -bilhassa Türk ordusundaki eski Kemalist elitin teslim oluşu- demokrasi için bir zaferdi. Keza bu, Türkiye'de daha önce hiç olmayan bir iktidar boşluğu oluşturdu. Bunu kimin, nasıl dolduracağı, bu gelecek vaat eden Müslüman cumhuriyette demokrasinin geleceğini belirleyecek. 

Kaynak:New York Review of Books

Dünya Bülteni için çeviren: Emin Arvas