Türkiye'deki laik düzen, Avrupa'daki durumun aksine tepeden dayatıldığı için 1923'ten beri sorun yaşıyor. Üniversiteye gitmekse başörtülü kadınların hakkı, fakat örtünmeyenlere hiçbir baskı uygulamamak şartıyla...

Türkiye, 19. yüzyıldan itibaren Avrupa tarzı modernleşmeye en fazla maruz kalan İslam ülkesi. Buna rağmen de, genelde muhafazakâr ve Doğulu bir ülke olmayı sürdürdü. Bu nedenle 'Türk laikliği sona erdi' diyerek yas tutanları gördüğümde sadece tebessüm ediyor ve şaşırıyorum. Zira Türk laikliği zaten uzun zaman önce sona ermişti. Türk laikliği öldü ve çoktan defnedildi. Hatta, böyle bir laiklik aslında varolmadı. Topluma yukarıdan dayatılan laikliğin ne anlamı var ki? Gerçek laiklik, doğal yollardan ve aşamalı olarak gelişir. Fransız laikliği veya genel olarak Avrupa laikliğinin ortaya çıkış biçimi böyledir. Peki Hıristiyan köktenciliğin veya engizisyon mahkemelerinin, mezhepçiliğin veya Ortaçağ zihniyetinin Avrupa'ya dönüşünü hayal etmemiz mümkün mü? Kesinlikle hayır. Bu konular laik akımla Hıristiyan akım arasındaki uzun çekişme ve tarihi gelişimle çözüldü.

Türk laikliği yabancı bir cisim gibi
Fakat Türk laikliği düşündüğümüzden daha kırılgan ve yüzeysel. Atatürk, 1923'te Osmanlı İmparatorluğu'nun enkazı üzerine Türkiye Cumhuriyeti'ni kurduğu sırada, laikliği halkı hazırlamaksızın dayattı. Laik sistemin kurulmasından önce felsefi veya bilimsel bir dini reformun yanı sıra ekonomik ve sosyal değişim yaşanmadı, İslami aydınlıkçı düşünce ortaya çıkmadı. Laiklik sadece toplumun yüzeyine 'yapıştırıldı' ve adeta 'atılmak' istenen yabancı bir cisim oldu. Bu yabancı cisim Başbakan Tayyip Erdoğan döneminde değil, Turgut Özal döneminden bu yana dışarıya atılmış durumda. Tarihi bir lider olsanız bile, bütün tarihi bir kalemle veya bir gecede iptal edemiyorsunuz. İşte gerçek hıncını böyle aldı ve halk kurucu liderin vefatı sonrası derin köklerine tekrar döndü.
Bu söylediklerimle, Türkiye'deki modernlik yanlısı akımın önemini ve etnik, dini ve mezhepsel kökleri ne olursa olsun herkesin yasalar ve kurumlar önünde eşit olduğu sivil bir toplum için mücadelesini hafife alma niyetinde değilim kesinlikle. Fakat bu akımın, böylesine yüce hedeflere ulaşmanın önünde uzun bir yol olduğunu bilmesi gerek.
Fransız düşünür Emile Zola bir kitabında, Fransa'da modern laik tarafla kökleri derin Katolik taraf arasında yaşanan çekişmenin nasıl meydana geldiğini açıklar. Bu çekişme, taraflar 1905'te iç barışı koruyan makul bir uzlaşıya varmadan önceki 200 yıl boyunca Fransa tarihini meşgul etti. Peki şu an Türkiye veya diğer İslam ve Arap ülkelerinde ne yaşanıyor? İki akım arasında aynı çekişmenin yaşandığını görmüyor muyuz? Fakat bu durum, doğal olarak Türk laikliğinin Fransız laikliğinin kopyası olacağı anlamına gelmez. Böyle bir şey mümkün de değil; çünkü her ülkenin kendi şartları ve özel durumları vardır. Fakat, sadece bütün tarafların eğilimlerine karşılık verebilecek bir birlikte yaşam formülü bulunduğunda birleşik bir vatan oluşturabilirsiniz. Bunu yapmak da epey zor ve bunaltıcıdır.
Bu noktada ifade etmeliyim ki, ben başörtüye karşı saygılıyım. Özellikle de konu kişinin iç dünyası, inanç ve kanaatle ilgili olduğunda... Fakat korktuğumu nokta, başörtüsünün siyasal İslami akımların başka emellerini gerçekleştirmek -yani bireysel özgürlükleri kısıtlamak ve nihayetinde karşı düşünceyi korkutmak- için kullanılan bir baskı aracına dönüşmesi. Ben Türkiye üniversitelerine başörtülü kızların girmesine karşı değilim. Zira diğerleri gibi onların da yüksek öğrenimlerini tamamlama hakları var. Erdoğan'ın, kızlarını başörtü yasak olmadığı için Amerikan üniversitelerine göndermek zorunda kalması üzüntü verici. Fransa'daki üniversitelerde bile başörtüsüne izin veriliyor. Başörtüsü sadece ilköğretim okullarında yasak. Fakat Fransız ilköğretim okullarında sadece başörtüsü değil, haç veya kippa takmak da yasak. Evet başörtülü kızın üniversiteye girmek hakkı, ancak tek bir şartla: Başörtülü olmayan arkadaşını, başörtüsü takmayı reddettiği için İslam'ın, iffet ve temizlik değerlerinin dışında görmemesi şartıyla...
Başörtüsü takanlar uyguladığı siyasi baskının birçok örneği var. İş, aşırı köktenci Afgan Gulbeddin Hikmetyar'ın yandaşlarına, Kabil üniversitesinde başörtülü olmayan kızların yüzüne kimyasal madde veya asit sıkılması emrini vermesi derecesine kadar vardı. Başörtülü olmayanların kutlamalarda ve kamusal alanda aşırılık yanlılarının ve başörtülü bayanların tacizine uğradığını, onlara fahişe gibi bakıldığını çokça duyuyoruz. Bu davranış doğru değil. Böyle vakalarda başörtüsü topluma kendi fikirlerini ve tasavvurlarını dayatmak isteyen aşırılık yanlısı köktenci hareketlerin elindeki etkin bir silaha dönüşüyor. İş başörtüsüyle de sınırlı kalmıyor ve sonrasında daha tehlikeli hükümlerin ve diğer 'cezaların' uygulanmasını isteyebiliyorlar...

Kaynak: Radikal