"Tolerans" ağırlıklı olarak 1990'lardan sonra literatürümüze girmiş bulunan bir kelime. Arapça'da "müsamaha", Türkçe'de "hoşgörü" sözcükleriyle karşılamaya çalışıyoruz. Totaliter ve emredici siyasal rejimlerin –tabii ki Sovyet komünizmi şahsında- yıkılmasından sonra, herkesin birbirine "toleranslı" davranması istenmeye başlandı. Bize de bir ölçüde cazip veya kullanışlı gelmiş olmalı ki –tam olarak hangisi, kestirmek zor- bazı cemaatler, özellikle Fethullah Gülen Hocaefendi cemaati de bu kelimeyi uzun süre kullandı. Şimdilerde gündemden düşmüş görünüyor.
Dikkatli bir biçimde bakıldığında "tolerans"a karşı yapılan eleştirilerin pek de yabana atılacak gibi olmadıklarını görülür. Sonuçta birine "tolerans" gösteriyorsanız, onun hakikatte doğru olmayan bazı tutum ve davranışlarını tolere ediyorsunuz demektir. Demek istediğiniz şudur: "Yaptıkları pek doğru değil, ama hoşgörülebilir." Eleştirilerde bulunanlar, biraz daha ileri gidip "hoşgörü"nün aslında bir tür "horgörü" olduğunu söylüyorlar.
Kişisel olarak bu eleştirilere bir yere kadar katılıyorum. "Tolere etmek" veya "hoşgörmek", hakikat nezdinde doğruluğu onaylanmayan bir davranışın etkisinin ölçeğinin küçüklüğü dolayısıyla tolere edilmesiyle ilgilidir. Fakat hayatın her alanında ve herkese karşı hoşgörülü davrandığımız söylenemez. Sanki asıl hoşgörüyü daha çok çocuklara gösteriyoruz gibi geliyor bana. Ancak modern zamanlarda bir tutum olarak hoşgörünün, farklı dinler ve kültürler arasındaki ilişkilere temel teşkil etmesi için kullanılır. Bu, tabii ki işin rengini hayli değiştiren bir husustur. Burada biraz durup düşünmek gerekir.
Aslına bakılırsa, toleransın normatif olduğu ve modernliğin bir parçası olarak gündemimize girdiği söylenebilir. "Öteki"nin yaptıklarının tolere edilmesi. Pekiyi, ötekiyi, gerçekte onaylamadığımız davranışları dolayısıyla tolere ederken, ona karşı olan gerçek tutumumuz nedir? Bazılarına göre "kayıtsızlık"tır. Ama öyle de görünmüyor. Çünkü aslında tolere ettiğimiz kişiyi yakın takibe almışız. İşi biraz daha ilerletecek olursa, toleransımızın sınırlarına gelip dayanacak. Davranışlarını onaylamadığımız kimse başkalarını rahatsız etmediği müddetçe istediklerini yapabilir. Yani çizmeyi aştı mı müdahale edeceğiz, aşmadığı sürece onu tolere etmeye devam edeceğiz. Burada belli belirsiz bir hegomonya ilişkisinden söz edilebilir.

Alman Stölting'e sorarsanız, modern dünyanın istinatgahını teşkil eden kavramlar sadece bundan ibaret değil. Mesela, "çoğulculuk" da bununla ilgilidir. Çoğulculuk çoğumuza çekici ve gerekli gelir, ama bir Müslüman olarak vahyden hareketle semantiğini yeniden kurmadan Batı'dan geldiği gibi kullanmaya çalıştığınızda "mutlak göreciliği" savunmaya başlarsınız.
Beşeriyetin tarihi boyunca temel soruları dinler sordu ve dinler cevaplar verdi. Dinlere göre hayatın kendisi mucizedir ve hayatın mimarı insandır. Aydınlanma hakikatte dinden tümüyle bir kopuş değildir, dine nazaran giriştiği bir ilişkiler karmaşasıdır. Bu açıdan aydınlanmanın hoşgörüsü, ama özellikle dinlere bakışı üstten bakma, bir tür tahammül etme biçimidir. Herkes dini inançlarını, kültürünü ve kendine özgü yaşama biçimini sürdürebilir, insanları bu alanlarda serbest bırakmalı, ama bu serbesti bir yere kadardır. Bu yer devletin sınırlarında biter.

Modern ulus devletin sınırlarını tayin ettiği ettiği din(ler)den beklenen, kendilerini özel alana çekmeleri, izafi olduklarını kabul etmeleri ve marjinalleşme sürecine karşı direnç göstermekten vazgeçmeleridir. Stölting, tolerans bağlamında dinler hakkında hüküm vermeye çalışırken, Yahudiliğin "misyonsuz" olduğunu söylüyor. Bu doğrudur, çünkü kavme ait bir dindir ve Yahova da İsrailoğulları'nın tanrısıdır. Stölting'e göre bütün dinler içinde yegane hoşgörülü olan din İslamiyet'tir. Çünkü hükümran olduğu zamanlarda bile gayr-ı Müslimlere kendilerine yetecek ölçeklerde hayat hakları ve özgürlük alanları tanımıştır. Hıristiyanlık, iktidarı kaybettiği zamanlarda hoşgörülü olabiliyor.

Buradan ilginç bir kavrama geliyoruz ki, bu da "Hıristiyan şehri" veya "İslam şehri"dir. "Hıristiyan şehri" kavramı sadece Hıristiyanlığa aitse Stölting'in söyledikleri doğru. Çünkü Hıristiyan şehri demek, başka dinden olmayanların bu şehirden arındırılması, oturma biçimleri, mimari ve hayat alanlarının tümünün Hıristiyanlaştırılması anlamına gelir. Hatta şehrin tekil bir dinle aynileştirilmesi mezhepler seviyesinde bile kendini gösterir. Mesela İsviçre'de kantonlar teşekkül ederken, "Kimin toprağı onun mezhebi" prensibi kabul edilmişti. Uzun süren mezhep savaşlarından sonra, formül arandığında " bir kantonun prensi hangi mezhepten ise, halk ya onun mezhebini benimseyecek veya ısrar ettiği mezhepten olan bir başka prensin kantonuna gidecek" fikrine ulaşılmıştı. Hıristiyan şehrinde tolerans yoktu. Aydınlanma dinin yerini alınca, farklı din ve kültürden olan yabancılara karşı tolerans sorunu ortaya çıktı. Çokkültürlülüğün giderek nisyana terk edildiği Avrupa'da hala bu soruna tatminkar bir çözüm bulunmuş değil.

Bu açıdan "İslam şehri"ni kullanırken biraz durup düşünmemiz gerekir. Çünkü tarihte ve günümüzde şehirden gayr-ı Müslimlerin tecrid edildiği, farklı dinlere ait dini ve tarihi mekanların yıkıcı bir tasfiyeye tabi tutulduğu vakısaıyla hiç karşılaşmıyoruz. Pekiyi, İslam şehrinde, aslında doğru ifadesiyle Müslümanların hayat alanlarını İslami hükümlere, yani Münzel Şeriat'e göre düzenledikleri şehirlerde gayr-ı Müslimlere hoşgörü mü gösterildi? Başka bir ifadeyle onlara tepeden bakılıp tahammül mü edildi? Bu soru üzerinde düşünmek gerekir.