Yeni Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ ve yeni Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Işık Koşaner'in komuta devir teslim törenleri dolayısıyla yaptıkları konuşmalar, öncelikle şunları düşündürüyor: Türkiye'de askerler siyasete karışmanın mesleklerine, ülke savunmasına ve ordunun saygınlığına zarar verdiğinin giderek daha çok bilincine varıyor olabilirler.
Yapılan anayasal ve yasal değişiklikler askerin siyasi rolünü hukuken sınırlandırıyor olabilir. Ancak 27 Nisan'dan bu yana yaşadıklarımız hemen herkese göstermiş olmalı ki, toplumdan, medyadan, daha önemlisi bizzat siyasilerden bu talep geldiği sürece, Türkiye'de asker siyasi bir rol oynamaya devam edecek. Ve demokrasinin yerleşmesini isteyenler de, bıkmadan usanmadan, bu rolün Türkiye'de demokrasiye, dolayısıyla etkin yönetime, güvenliğe ve ordunun saygınlığına zarar verdiğini anlatmayı sürdürecekler.
Komutanların söylediklerine gelince, Sayın Başbuğ'la başlayalım. Başbuğ, terörle mücadele konusunda, başka bazı vesilelerle de belirttiği hususlarda çok haklı: "Terörle mücadele ile terör örgütüyle mücadele" farklı şeylerdir. Terörün sona erdirilmesi yalnızca "güvenlik alanındaki mücadele ile olmaz." Terörle mücadele çeşitli alanlarda alınacak tedbirlerin "paralel ve koordineli" olarak yürütülmesini gerektirir: "Güvenlik" (yani, terör örgütüne karşı alınacak askeri önlemler), "ekonomi" (yani, terör örgütünün istismar ettiği yoksulluk ve işsizliğin tasfiyesi), "sosyo - kültürel" (yani, terör örgütünün istismar ettiği, Kürt kimliği üzerindeki yasak ve baskıların kalkması), "psikolojik harekat" (yani, terör örgütünün insanları kandırmasının önlenmesi) ve "uluslararası alan" (yani, terör örgütünün komşu ülkelerin topraklarına yuvalanmasının engellenmesi).
Ne var ki, bu alanların hepsinde alınacak kararlardan sorumlu olan ve bunların eşgüdümünü sağlayacak olan siyasi iktidardır. Askerin görev sahası, güvenlikle ilgili önlemlerin etkinlikle yürütülmesiyle sınırlıdır. Türkiye'de aklı başında hiç kimse, "Güvenlik alanında mücadele etmeyelim, diğer alanlarda mücadele ederek terörü sonlandırabiliriz" iddiasında bulunmamıştır. Aksine, Türkiye'de çok uzun süre, terör sorunu bir güvenlik sorunu olarak görülmüş; "terör sona ermeden reform olmaz" denmiş; ne ekonomi alanında, ne de öteki alanlarda gerekli önlemler alınabilmiştir.
Sayın Başbuğ "Bölge halkının desteğini tamamen kaybeden ve örgüte gerekli katılımları sağlayamayan terör örgütlerinin uzun süre ayakta kalmaları mümkün değildir. Bunun için terörist ile bölge halkının ayırt edilmesi ve mücadelenin hukuki düzen içinde yürütülmesi" şarttır, diye ifade ettiği görüşlerinde de haklıdır. Terörle mücadelenin "hukuki düzen içinde" yürütülmesinde en büyük görev de, gerçekten medyaya düşer: Başbuğ'un belirttiği üzere "toplumun olaylar hakkında doğru ve zamanında, yeterli seviyede bilgilendirilmesi" halinde ancak güvenlik kuvvetlerinin insan hakları ihlalleri önlenebilir ve "terör örgütünün propagandasına alet olunması" engellenebilir.
Sayın Başbuğ, "Güvenlik kuvvetlerinin asıl hedefi, yaşanılan terör eylemlerini kabul edilebilir bir seviyeye getirmektir... Terörle mücadele zor ve sabır isteyen bir süreçtir" derken de gerçeklerin altını çiziyor. Britanya, çok yönlü önlemlerle Kuzey İrlanda'da IRA terörünü zor ve sabır isteyen bir süreç sonunda bitirmeyi başardı, ama İspanya, bütün gerekli önlemleri almasına rağmen ETA'yı bitiremedi.
Sayın Başbuğ "TSK bölücü terör örgütüyle mücadele konusunda dünyanın en tecrübeli ve başarılı ordularının başında gelmektedir" diyor. TSK'nın bu alanda zengin bir tecrübeye sahip ve genelde başarılı olduğu muhakkak. Ne var ki sadece terör eylemleriyle değil gerilla yöntemleriyle savaşan PKK'ya karşı tankla, topla ve uçakla, bazen eğitimi ve donanımı yetersiz personelle mücadelenin doğurduğu etkinlik sorunları olduğu apaçık. Bu sorunların aşılabilmesi de önemli ölçüde bunların medyada ve kamuoyunda serbestçe tartışılmasına bağlı.
Bu konuya devam edeceğim.
Kaynak: Zaman