Üniversite yıllarımdan beri Çin'e, niteliği zamanla değişmiş olan, bir ilgi duyarım. 1960'ların sonlarında, benim ve bir kısım arkadaşlarım açısından Çin, baskı ve sömürünün ortadan kalktığı toplum idealini temsil ediyordu.
Mao Zedung liderliğindeki Çin Komünist Partisi, Japon işgaline son vermekle kalmamış, özel mülkiyetin yerine kamu mülkiyetini, piyasanın yerine planı geçirerek yüzmilyonlarca Çinliyi yoksulluk ve sefaletten kurtarmayı vaad eden bir kalkınma hamlesini başlatmıştı. Bununla da yetinmiyordu. "Büyük Proleter Kültür Devrimi" ile Sovyetler'de başarılamayanı, yani bencillikten arınmış "sosyalist insanı" yetiştirmeye ve böylelikle kapitalizme geri dönülmemesini güven altına almaya girişmişti...

Tabii ki teoriyle gerçek arasında bir uçurum olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Mao'nun kurduğu rejimin, ne baskı ve sömürüye son verdiği, ne de Çin halkını yoksulluk ve sefaletten kurtarabildiği ortaya çıktı. Kültür Devrimi'nin yönetici klik içinde bir iktidar kavgasından başka bir şey olmadığı görüldü. Yoksulluk ve sefalete son verecek hamle, ancak 1979'da, iki kez tasfiye edildikten sonra başa geçen Deng Siyaoping'in önderliğinde başlatıldı. Çin, Komünist Partisi iktidarı altında kapitalizmi kurmaya girişti. O tarihten itibaren yılda ortalama % 10'luk, tarihte eşine rastlanmayan bir ekonomik büyümeyi başarması, Çin'i sosyal bilimler açısından çok ilginç bir vaka haline getirdi. Çin Komünist Partisi kendi kuyusunu mu kazıyordu? Ekonomik liberalleşme, giderek siyasi liberalleşmeye mi yol açacaktı?

1989'da Beycing'in ünlü Tienanmen meydanında toplanarak özgürlük ve demokrasi talep eden yüzbinlerin şiddetle bastırılmasından sonra, bu alanda hiçbir tecrübesi olmayan Çin'de halkın, halk tarafından, halk için yönetilmesini güven altına alacak bir rejimin kurulmasının hiç de kolay olmayacağı anlaşıldı. 1999'da ziyaret etme fırsatını bulduğumda Çin'in totaliter bir rejimden otoriter bir rejime geçmiş olduğu, ama "Tienanmen ruhu"na artık rastlanmadığı izlenimini edindim.

Peki, on yıl sonra, 2009'da Çin'de durum nedir? Bu bağlamda, (2008 Erasmus ödülü sahibi ve Çin-Japonya uzmanı) tanınmış düşünür Ian Buruma'nın son Çin ziyareti dönüşünde yazdıkları dikkate değer: "1989 ruhu, yani yurttaşların haklara sahip oldukları ve başlarına bir dert gelmemesi için yalan söylemek zorunda olmadıkları; daha özgür, daha açık, daha az yozlaşmış bir toplum özlemi kesinlikle ölmüş değil. Koşullar değişirse, hızla canlanabilir. Ve koşullar değişecek, zira hiçbir toplum, hele Çin, değişmeden kalamaz.

"Koşullar hızla değişiyor. Çin, dünya ekonomik krizinden kurtulamadı. İşlerini kaybedenler kitleler halinde iş bulma şansları olmayan köylerine dönüyor. Yerel parti liderleri tarafından desteklenen, yolsuzluğa batmış patronları tarafından aldatılan yoksulların yakında zenginleşmesi söz konusu değil. Öfkeleri ani ve şiddetli patlamalar şeklinde ayaklanmalara yol açmakta. Bu ayaklanmalar henüz yerel düzeyde ve zorla bastırılabiliyor.

"Ya orta sınıf ne durumda? Komünist partinin eğitimli sınıfın desteği olmadan iktidarda kalabilmesi çok zor. Otoriter rejimlerin dahi ayakta kalmak için meşruiyete gereksinimi var. Rejimin Kültür Devrimi ile zayıflamaya başlayan ideolojik meşruiyeti, Tienanmen ile tamamen çöktü. Rejim meşruiyetini yalnızca düzenin korunmasına ve ekonomik büyümeye dayandırır oldu. Şimdilerde bu meşruiyet de çökmeye yüz tuttuğu için, orta sınıfın bundan böyle rejimle uzlaşmaya sırt çevirmesi, daha uzun süre siyaset dışında kalmaması beklenebilir..." ("Ghosts of Tienanmen / Tienanmen Hayaletleri", Prospect Magazine, Haziran 2009.)

Çin'deki milliyetçi komünist rejim, kuruluşundan bu yana Tibet'te ve Doğu Türkistan'da ağır bir baskı ve asimilasyon, Çinlileştirme politikası uygulamakta. Son yıllarda bu politikalara karşı yükselen tepkiler ve bunların çok sert önlemlerle bastırılması, otoriter rejimin meşruiyetini büsbütün yitirmekte olduğunun esas işaretleri olabilir.

Zaman