Geçen hafta sonu Oxford Üniversitesi Güneydoğu Avrupa Araştırmaları Merkezi'nin düzenlediği, üç gün süren "Değişen Dünyada Türkiye'nin Dış Politikası" konulu uluslararası konferansa katıldım.

Türkiye'de sivil toplumun dış politikadaki rolünü irdeleyen bir panelde, "Din-temelli Fethullah Gülen toplum hareketi ve Türkiye'nin uluslararası ilişkilerine etkisi" üzerine bir konuşma yaptım. Konferansı özellikle ilginç kılan, Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun katılımı oldu. Davutoğlu, bakan olmasının birinci yıldönümüne rastlayan 1 Mayıs günü öğleden sonra konferansın ana konuşmasını yaptı. O akşam üniversitenin onuruna verdiği yemekte konuştu. Ertesi sabah kahvaltıda, kendisiyle birlikte gelen gazetecileri ve diğer Türkleri ağırlayıp, sorularını yanıtladı. Daha sonra da, konferansın kapanış paneline katılıp kısa bir konuşma daha yaptı. Özlediği akademik bir ortamda, hele Oxford'da bulunmanın onu ziyadesiyle memnun ettiği her halinden belliydi.

Davutoğlu'nun dış politika başdanışmanı olarak yaklaşık yedi yılda, dışişleri bakanı olarak da son bir yılda yaptığı seyahatler ve kat ettiği mesafe ile ilgili istatistiklerin inanılması güç sayılara ulaştığını biliyoruz. Ama onun sadece Oxford'da geçirdiği iki günü izleyenlerin bile, enerjisine, çalışkanlığına ve tabii hepsinden önce fikir ve bilim adamı olarak kapasitesine hayran olmamaları mümkün değildi. Onu dinlerken eski Yunan düşünürü Platon'un ünlü, "ideal devlette filozofların yönetici olmaları ya da yönetici olanların felsefe yapmaları gerektiği"ne dair sözünü anımsadım...

Konferansta Davutoğlu'na sorulan sorulardan ikisi ve aldıkları cevaplar özellikle önemliydi. Soru: Türkiye'nin komşularıyla ekonomik açıdan bütünleşme, vizeleri kaldırma politikası, Avrupa Birliği'ne katılım çabasıyla çelişmiyor mu? Cevap: Gerek ekonomisini, gerekse demokrasisini güçlendirmek açısından Türkiye'nin esas çıkarı AB üyeliğidir. Fakat AB'ye katılımı açık uçlu bir süreç olarak kalmaya devam ettiği sürece, yani AB şartları yerine getirdiğinde üye olacağına dair güvence vermediği sürece, Türkiye refah, demokrasi ve güvenliğinin gereklerini kendi başına yerine getirmek zorundadır ve öyle de yapmaktadır. Türkiye üyelik güvencesini aldığı ve bu yolda ilerlediğinde, bütün politikalarını AB ile uyumlu hale getireceğine kuşku yoktur.

Soru: Türkiye kendi iç sorunlarını çözemediği, demokrasisini yerleştirip, kendi iç barışını ve istikrarını sağlayamadığı sürece, soyunduğu bölgesinde ve dünyada istikrara ve barışa hizmet rolünü nasıl oynayabilir? Cevap: Türkiye iç barış ve istikrarı sağlamak, demokrasisini yerleştirmek için, çevresinden gelen tehditleri ortadan kaldırmak zorundadır. Komşularla sorunların halli ve ekonomik karşılıklı bağımlılığın artırılması, Türkiye'nin iç güvenliği, dolayısıyla da demokrasisinin yerleşmesi açısından şarttır.

Davutoğlu'nun komşu Yunanistan ile ilgili olarak söyledikleri de özellikle dikkate değerdi. Türkiye ile Yunanistan'ın kaderinin ortak olduğunu; iki ülkenin istikrar ve refahının birbirine bağlı olduğunu anlattı. Hükümetinin iki ülke arasında tam ekonomik bütünleşme sağlanmasında, Ege'nin bir barış ve işbirliği denizi haline getirilmesinde kararlı olduğunun altını çizdi. Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik güçlükleri aşması için Yunanistan'a elindeki bütün imkanlarıyla yardımcı olacağını, ama ne yazık ki Yunanistan'ın üyesi olduğu AB'den aynı dayanışmayı göremediğini söylerken, hayli içtendi. Bu arada, bir soru üzerine, eğer AB 2004'te Kıbrıslı Türklere verdiği sözü yerine getirecek, yani ekonomik izolasyona son verecek olursa, Türkiye'nin limanlarını ve havaalanlarını Kıbrıs Rum gemilerine ve uçaklarına açmaya hazır olduğunu belirtmesi kayda değerdi.

Konferansta dile getirilen görüşler, yapılan analizlerden üzerinde durulmaya değer olanlarına gelecek yazılarda değinme fırsatı bulacağımı umuyorum.

 

 
Kaynak: Zaman