Britanya'nın Chatham House olarak anılan Kraliyet Uluslararası Politika Enstitüsü'nün Türkiye uzmanlarından Fadi Hakura geçenlerde, çok yaygın bir kabul gören bir iddiayı, Avrupa'nın destek ve teşviki olmadan Türkiye'nin liberal demokrasiyi yerleştiremeyeceği iddiasını sorgulayan bir yazı yayımladı. ("European antipathy - A rising Turkey without EU? / Avrupa antipatisi - AB'siz yükselen bir Türkiye mi?", Global Arab Network, 1 Eylül.)


Hakura şöyle diyordu: "Avrupa Birliği'ne katılım süreci komada iken, Türk toplumu daha geniş demokrasi, laiklik ve sosyo-ekonomik yenilenme yolunda ilerliyor... Avrupa Türkiye'yi bir kenara iterek büyük bir hata işlemekte. Türkiye kendi ayakları üzerinde bir gelecek inşa ederek, Müslüman ve Müslüman olmayan pek çok ülke için bir umut ve esin kaynağı oluşturmakta. Avrupa Birliği'ne azalan bağımlılık Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun Arap ülkelerinin, liberalleşmeyi ancak Avrupa'nın teşvikiyle başarabileceğine dair efsaneyi nihayet yıkabilir."

Hakura haklı mı? Şurası muhakkak: Osmanlı'da modernleşme Avrupa'yı model alarak ilerledi; modernleşme Batılılaşma olarak algılandı. Cumhuriyet Türkiyesi kuruluş döneminde şu veya bu ölçüde Avrupa'daki otoriter modernleşme modellerinden (Almanya, İtalya ve Sovyetler Birliği) esinlendi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye için model Batı demokrasileri, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra da AB oldu. 1999'da AB'ye aday ilan edilmesi, yalnızca Türkiye'nin kendine özgü İslamcı hareketinin liberalleşmesine değil, AB üyeliği lehinde TSK'nın da dahil olduğu çok geniş bir ittifakın oluşmasına yol açtı. 2001 - 2005 arasında Türkiye, vesayet altında olan türden bir demokrasiden Avrupa normlarında demokrasiye geçiş sürecini başlatan anayasa ve yasa değişikliklerini, muhalefet partilerinin de desteğiyle gerçekleştirdi.

Ne var ki, 2005'ten bu yana, Türkiye'nin Avrupa'ya ait olmadığı iddiası başta olmak üzere, AB'den gelen olumsuz sinyaller, AB üyeliğine olan kamuoyu desteğini çok ciddi oranda azalttı. Bunun üzerine TSK ve başta CHP olmak üzere muhalefet partileri reformlara karşı direnişe geçti. AB'nin Türkiye üzerindeki "yumuşak gücü" ya da Türkiye'ye model olma yeteneği, tümüyle tükenmediyse de tükenmeye yüz tuttu.

Türkiye yarın, vesayet altında demokrasiden Avrupa normlarında demokrasiye geçiş yolunda ikinci büyük adımı atmak üzere bir referandum yapıyor. Gündemde olan anayasa değişiklikleri, büyük ölçüde AB'nin Türkiye'den beklediği reformlara tekabül ediyor. AB Komisyonu başta olmak üzere AB kurumları "doğru yönde atılmış bir adım" olarak nitelediği bu değişikliklere destek veriyor. Ne var ki, bu destek hemen hiçbir yankı bulmuyor. Başta sosyal demokratlık iddiasındaki CHP olmak üzere, belli başlı bütün muhalefet partileri, anayasa değişikliklerine "Hayır" diyor. CHP'nin yeni lideri Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin bu desteği AB yetkililerine rüşvet karşılığında sağladığını iddia edebiliyor.

Değişikliklere karşı çıkan kimi çevreler, ABD'deki neoconların ve İsrail lobisinin AKP hükümetinin Türkiye'yi Batı'dan uzaklaştırdığı iddialarına nazire olarak, Türkiye'nin Brüksel ve Washington tarafından yönlendirilmesine dur demek için referandumda "Hayır" demek gerektiğini ileri sürüyorlar. Anayasa değişikliklerine öncülük eden AKP ise "Evet" için yürüttüğü kampanyada AB'ye katılım sürecine pek az atıfta bulundu; esas olarak bürokratik vesayet rejimine son verme, darbecilikle hesaplaşma, devletin değil milletin anayasasını yapma ve ekonomik gelişme için demokratikleşme temalarına vurgu yaptı.

AB'nin "yumuşak gücü"nün tüketmesine, muhalefetin AKP'nin Türkiye'yi bir sivil diktatörlüğe götürdüğüne dair yalan ve dolana dayalı kampanyasına rağmen, Türkiye yarın yapılacak referandumda "Evet" diyerek, demokratikleşme ve liberalleşme yolunda dev bir adım daha atabilir. Eğer Türkiye bunu başaracak olursa, muhakkak ki Hadi Fakura'nın argümanı güçlü bir destek bulacak.

 

Kaynak: Zaman