Peygamber Efendimiz hayattayken, mü’minin kişiliği gibi toplumsal hayat da tevhid edilmişti. Burada “tevhid”i birlik ve beraberlik anlamında değil, şizofreninin en önemli belirtisi olan kişiliğin parçalanmasına uğramadan kişiliğin varlığın ahlaki düzeniyle birlik ve uyum içinde şekillenmesi anlamında kullanıyorum. Asr-ı saadet insanı tevhidi kendi kişiliğinde ete kemiğe bürümüş, fiilen gerçekleştirmiştir. Bunun tarihte eşi benzeri yoktur; daima teori ile pratik arasında mesafe olur, mesafenin neredeyse kapandığı yegane örnek Asr-ı saadet insanının ruhi, sosyal ve entelektüel alanlarda birlik içinde serdettiği somut modeldir.
Bu istisnai dönemde tasavvufi, fıkhi ve kelami hayatın bir arada ve beraber gittiğini tespit ediyoruz. Hz. Peygamber (s.a.)’in temel taşlarını vahyin ışığında döşediği Asr-ı Saadet’te parçalanmış, üçe bölünmüş bir insan yok; tam aksine her bir ilmi disiplinin işaret ettiği boyutlar tevhit esasına uygun bir biçimde ve kendi ağırlığı ve önemi nispetinde toplum hayatında ve insanların tutum ve davranışlarında tezahür ediyor.
Şu bir gerçek ki, hukuk alanı dışında insanlar bir tarağın dişleri gibi aynı ve eşit değildir; insanları tornodan çıkmış gibi düşünmek veya aralarındaki temel fıtri ve tabii farklılıkları yok ederek tek-tip insan oluşturmak yaratılışın tabiatına ve hikmetine aykırıdır. Her insan biriciktir. İnsanların her birinin meşrebi, ilgi alanı, kabiliyeti, karakteri, mizacı farklı farklıdır. Kimisi dış dünyayla ilgilidir; üretmek, ziraat yapmak, ticaret yapmak veya savaşmak ister. Kimisi de daha halim selim, yumuşak ve sakindir, kendi iç dünyasında yolculuk yapmak ister. İslam’ın mucizesi, herkese kendi vüs’ati oranında meşru bir alan açmış olmasıdır, herkes kendini orada ifade edebilir.
Peygamber Efendimiz bir şeye çok dikkat etmiş, kategorik manada sınıfların ortaya çıkmasına izin vermemiştir. Mesela Hıristiyanlıkta bir ruhban sınıfı vardır. Bu sınıf kendini toplumun diğer üyelerinden ayrı ve üstün tutar. İslamiyet’te buna mani olunmuştur; dinimizde kendini üstün ve yüksek bir konuma yerleştiren ruhbanlık yoktur.
Bazı oryantalistler Ehl-i Suffe’nin bir tür “İslam ruhbanlığı”nı ima ettiğini öne sürer. Ehli Suffe’ye baktığımız zaman, bu ilim ve irfan zümresi toplumdan farklı kategorik bir sınıf değildir. Burada toplananların işi gücü sadece dua etmek veya manevi hayatı derinleştirmek olan insanlar değil, daha çok toplumun sahipsiz, kimsesiz, biraz da aciz, korunmaya muhtaç insanlarıdır. Peygamber Efendimiz onları kanatları altında toplamış, korumuştur, kendi nezaretinde ciddi bir eğitimden geçmişlerdir. Elbette infak, yardımlaşma ve dayanışma önemli bir ibadettir, ama “veren elin alan elden daha hayırlı olduğu” da bir gerçektir. Arzu edilen, insanın cihat veya ticaret sırasında veya gündelik hayatında, o manevi zenginliği kendi içinde taşımasıdır. İnsan bir yanda dünya hayatı ve işiyle meşgulken, kalbi de Allah ile beraber olmalıdır; İslam’da arzu edilen de budur. Sufiler bunu veciz bir biçimde formüle etmişlerdir: Halk arasında Hak’la beraber… İnsanın dünyayla olan ilişkisi, gemi-deniz ilişkisi gibidir; gemi su almadığı müddetçe rahatça su üzerinde yüzebilir. İnsan servet sahibi olabilir; fakat kalbinde o mala, zenginliğe, makama karşı bir muhabbet oluşursa bu geminin su almasına benzer ki, o gemi batar.
Tasavvufun meşru nüvesi, züht ve takvadır ki, bugün hepimizin buna ihtiyacı olduğu açıktır. Züht ve takvayı Peygamber Efendimizin hayatında, sünnetinde ve siyretinde açık bir biçimde müşahede ediyoruz. Ashabın hayatında ve ilk Müslüman nesillerde uzun bir süre devam etti.
Emeviler iktidara gelince, Bizans sarayı örnek alınmaya başlamıştır. Muaviye, Şam valisi iken, kendisine Bizans’ın eski Şam valisi Servilyanus’u danışmak olarak istihdam etmişti. Servilyanus Muaviye’ye Bizans’ın bütün erkânını, oturma biçimlerini, geleneklerini, örflerini ve aynı zamanda da dünyaya muhabbetini de öğretti. Dünya hayatının abartılı bir şekilde İslam dünyasına girmesi, Bizans’ın etkisindeki o dönemde başlamıştır. Emevi döneminde çok haksızlıklar yapılmıştır; şaşaalı ve debdebeli düğünler, zenginlik, makam, mevki öne çıkmış, Beytü’l-malın parası çarçur edilmiştir. Ömer bin Abdulaziz ve birkaç idareci hariç tutulacak olursa Emevilerle birlikte valiler kendilerini artık halktan biri olarak görmüyordu. Yöneticiler ve ailelerin avantajlarını kullanan çevreler, halktan ayrılmış, büyük malikânelerde oturmaya başlamışlardır.
Hz. Peygamber Efendimizin sade hayatından, züht ve takvasından insanlar kopmaya başlayıp bu artık neredeyse iktidar ve imtiyazlı çevrelerin temel tutumu haline gelince, tabiin ve etbai tabiinden önemli insanlar “Biz, ya bu gidişe ve yoldan çıkmış yöneticilere karşı mücadele edeceğiz ki, mücadele etmek demek silahlı mücadeleye başvurmak demektir, bu ise ümmet içerisinde fitne ve fesada sebep olur, birliğimizi bozar ya da Peygamber Efendimizin züht ve takvasına döneceğiz” dediler.
Tasavvufun tarihimizdeki ilk nüvesi olan zühd ve takva bu sosyal ve maddi şartlarda ortaya çıktı, zamanla tefekkür temelinde sistematik bir disiplin haline geldi.