Şehir sosyolojisi, şehir hayatı ve medeniyet tarihi gibi konularda İbn Haldun’un geliştirdiği görüşler hala geçerliliğini koruyor. Beşeri hareketin genel yöneliminin göçebelikten şehre doğru olduğunu tespit etmiş olması bunlardan biridir. İnsanlığın başlangıçtaki toplanma, bir araya gelme hali bedavettir (konar-göçer); fakat insanlar zaman içerisinde çeşitli sebeplerin etkisiyle hadarete (yerleşik hayat) geçerler. Her ikisinin kendilerine özgü geliştirdikleri kültürel formları söz konusudur. Biri diğerine göre ne ilkel ne de ileri addedilir, her ikisinin de ümranı vardır. Ancak bedeviler zamanla haderi olmaya doğru güçlü bir eğilim gösteriler.
Tarihteki örneklerden bugünkü beşeri hareket hakkında bir fikir edinmek için fıkıh usulünden, özellikle İmam Şatıbi’nin başarıyla kullandığı kavramlardan yararlanabiliriz. Buna göre göçebe hayatı yaşayan insanları şehre çeken önemli faktör, haciyat, tekmiliyat ve tahsiniyattır. İnsanın fıtratında önce yeme, içme, barınma gibi temel ihtiyaçları karşılama (haciyat) evrensel eğilimler olarak belirir; bu konuda bedeviler ve hadeeriler ortak davranışlar gösterirler. Daha sonra tamamlayıcı unsurlar (tekmiliyat) ve en sonunda güzelleştirme (tahsiliyat) arzusu belirir. Eğer haciyat, yani zaruri olan ihtiyaçlar temin edilip de süreklilik sağlanabiliyorsa, tekmiliyat safhasına ve nihayetinde tahsiniyata geçilir. Estetik ve güzelleştirme eğilimi fıtraten bedeviyi kendine çeker; çünkü bedevi (konar-göçer) de ruhundaki kemal arzusu ve iştiyakı dolayısıyla tamamlayıcı unsur ister. Mesela sadece avucuyla su içmek istemez, suyu bardakla içmek ister; dahası bardağın da güzel ve estetik olmasını arzu eder, ona bir sanat, bir imaj yükler, böylece tahsiniyat aşamasına geçer. Bu yönelim de fıtridir. Estetiğin fıtratta güçlü bir karşılığı vardır.
İslam, tarihte iki büyük krizi yaşadı. Bunlardan biri Emeviler zamanında şiddetli bir şekilde ortaya çıkan konargöçerlikten yerleşik hayata geçilmesi olayıydı; diğeri köy hayatından, kırsal kesimden (bedavetten) şehir hayatına geçilmesi.
Dünyadaki demografik hareketlere bakıldığında rakamlar, hem İslam dünyasında hem dünyanın genelinde kente doğru bir akışın olduğu gözleniyor. Yeryüzünde devasa kentler ortaya çıkıyor. Cevabı aranan can alıcı soru şu: Mümkün olan yegane hayat formu bu mu? Başka bir yol mümkün mü? Kentlerde nasıl bir hayat kurulacak, nasıl yaşanacak veya nasıl yaşanabilir bir dünya mümkün olabilecek? Modernliğin bir sonucu ve zorunlu ürünü olarak kentler de derin bir krizden geçiyor.
Şunun altını çizmek gerekir: Din Medine’ye, yani şehre aittir: “Ed Din fi’l medin!” Kur’an’ın ve Peygamber Efendimizin Sünnet ve Siretine bakıldığında sanki dinin şehirde daha iyi yaşandığına ilişkin kuvvetli imalar vardır. Bu demek değildir ki, kırsal kesimde konargöçer yaşayan insanlar dini eksik veya yanlış yaşıyor. Kemal derecesi manasında Kur’an ve Sünnetin tercihi şehirden yanadır. Bu bizi şu fikre götürür: Modern kentin alternatifi köy değildir. Kent bizim beşeri durumumuzun içinde aktığı fenomendir, kentten kurtulmak düşüncesiyle köye ve kıra göç edilmez ya da konar göçerliğe dönülmez. Anlaşılan şu ki, kentte yaşamaya devam edeceğiz, ama kentin patalojisine mahkum değiliz, kenti dönüştürme gibi bir hedefimiz ve muhayyilemiz olmalı. Bizi zihnen yanıltan şu ki, modernlik bize mümkün olan yegane yerleşim modeli olarak kenti empoze etmektedir. Hayır, kenti içinde yaşayarak aşabilir, dönüştürebiliriz.
Bu nasıl olacak?
Modern zamanlarda bu konuda üç tutumun geliştirildiğini söyleyebiliriz.
a) Kenti reddetmek. Mısır’da bazı Müslümanlar kenti reddetme yolunu seçtiler. “Bu hayat biçimi ve formları bize ait değildir. Kent günahkârdır, haramlar kurumsallaşmıştır, burası cahiliyenin mekanı, küfür diyarıdır, ıslah olması mümkün değildir” deyip, önce “tekfir” ettiler, sonra “hicret” ettiler. “Et tekfir ve’l hicre” geri planda bu zihni reddiyeden türedi. Kenti protesto eden insanlar sahralara gittiler, çadır şehirler kurdular, fakat bu mümkün olmadı.
b) Kente teslim olmak, bizden neyi talep ediyorsa itirazsız karşılamak.
Kentlerin yönetimi, fizik çevre, mekânsal ve evsel politikalar, mekan kullanımı vb. sorunlar dünyanın gündeminde, en çok konuşulan belli başlı konular arasında yer alıyor. Batı’da sosyal bilimciler, bankalar, şirketler, uzmanlar, akademisyenler, mühendisler alışılageldiği üzere proje üretmeye devam ediyor. Her zaman olduğu gibi Batılı olmayan ülkeler bunları uygulamaya çalışıyorlar. Ancak bu süreç susuzluğu gidermek üzere tuzlu su içmeye benzer, sorunları azaltmıyor, arttırıp azdırıyor.