Sıfır sorun politikası izlemek, kimi zaman acılı, cesur bir hareketti hele ki bu yaklaşım henüz testten geçmeyi sürdürürken. Kıbrıs’ın statüsüyle ilgili müzakerelere, AB üyeliği ve Ermenistan’la yapılan protokollere ilaveten, Türkiye ve ABD arasında, Türkiye ve diğer geleneksel müttefikler arasında bu yıl iki fırsatla yeni gerilimler su üstüne çıktı: AK Parti İsrail’in Gazze ablukasına meydan okuyan uluslararası filoya Türk gemilerinin katılmalarına engel olmayı reddettikten sonra, Türkiye İran’a karşı ilave BM müeyyidelerine muhalefet ettikten ve nükleer takas anlaşmasına hayatiyet kazandırmak için Brezilya ile birlikte çalıştıktan sonra.

Bu iki olayın, Türkiye’nin yönünü Batıdan İslamcılığa doğru çevirdiğinin delili olduğunu iddia ediyorlar. Bunu söyleyenler, İran nükleer programının en çok tehdit ettiği İsrail’dekilerden ibaret değil. İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu Türkiye’nin, filodan sadece birkaç gün önce uranyum takas anlaşmasıyla tarafını belli etiğini, İran’la işbirliğini güçlendirdiğini söylemişti. Türk hükümeti nokta-i nazarından ise İsrail ve İran meseleleri ayrı iki meseledir. Ankara’da bu iki ülkeyle ilgili politika değişikliklerinin, İslamcı dürtüler şurda dursun, ideolojik bir eksen kaymasını temsil ettiğinin somut delilleri yoktur. Aslında, İran’la yakınlaşmasına Amerikan yönetiminin destek vereceğine  inanması için Türkiye’nin iyi nedenleri var. Başta Mavi Marmara olmak üzere İsrail’in Gazze ablukasına meydan okuyan filoya düzenlediği baskın hakkında bir açıklama yapma sorumluluğu Türkiye’ye değil İsrail’e aittir zira uluslararası sularda sürpriz bir ölümcül saldırı düzenleyen o’dur.  

AK Parti, daha fazla övgüyü hak etmektedir. AK Parti, İsrail’in 2008-9 Gazze taarruzuna değin İsrail’le iyi ilişkiler inşa etme yolunda ilerliyordu. AK Parti liderleri, iktidarın ilk döneminde pek çok kez İsrail’i ziyaret ettiler ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Holokost anısına inşa edilen Jerusalem’deki Yad Vashem’e saygısını gösterdi. AK Partiye yakın şirketler İsrail’de iyi iş yaptılar ve AK Parti hükümeti kendisinden önceki hükümetlerden çok daha fazla sayıda resmi anlaşmaya imza attı. Ankara, yıllarca İsrail ve Suriye arasında dolaylı görüşmeleri kolaylaştırmayı denedi ve 2008’de toplantılar yoğunlaştıktan sonra taraflar beklenmedik şekilde tafsilatlı çakışma noktaları buldular. Fakat Erdoğan’ın Olmert ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad arasındaki barış planı görüşmeleri için beş saat harcamasından günler sonra İsrail yıkıcı Gazze taarruzuna başladı. İsrail’in tahminen 1,430 Filistinliyi öldürmesi karşısında sarsılan pek çok Türk gibi Erdoğan da sarsıldı; günler sonra, Davos’ta, İsrail devlet başkanı Şimon Peres’e patladı. Katliam işleyen İsrailliler hakkında  kurgusal bir dizi yayına başladıktan sonra – ki hazırlayanlar özel kişilerdi - İsrail dışişleri bakan yardımcısı Türk büyükelçisini aşağıladı ve olayın bir grup kameraman tarafından çekilmesini sağladı.

Sonra Mavi Marmara olayı patlak verdi; İsrail komandoları, uluslararası sularda seyretmekte olan gemiye gece vakti sürpriz bir saldırı düzenlediler. İsrail komandoları, yolcuların bıçak, demir çubuk ve  süpürge sopası gibi uyduruk silahlarla direnmeleri karşısında sekiz Türk vatandaşını ve bir Türk kökenli Amerikalıyı vurarak öldürdü. İsrail hükümeti önce askerlerinden birinin karnından vurulduğunu iddia ediyor; Türk hükümeti ise İsrail askerlerinin Mavi Marmara’ya çıkmadan evvel ateş açmaya başladıklarını ve Türk eylemcilerin asla silah kullanmadığını iddia ediyor. Ankara, filonun doğrudan Gazze’ye seyretmemesi için elinden geleni yaptığını ayrıca Türk milletvekillerinin ve bazı Türk yetkililerin eylemcilere katılmasını engellediklerini ve geminin, yolcuların kapsamlı bir güvenlik kontrolünden geçirildiğini söylemektedir.

Türkiye ve İsrail, iki ülkede yapılan soruşturmaları değerlendirecek bir BM paneliyle işbirliği yapmayı kabul ettiler. Ümit o ki bulgular üzerinde mutabakat sağlanması, Türkiye’nin İsrail’in özür dilemesi ve mağdurlara tazminat ödemesi ile İsrail’in bunu yapmayı reddetmesi arasında bir orta yol bulunmasına imkân tanıyacaktır. Ancak Türkiye ve İsrail arasında yaşanan güven kırılması, Türkiye’nin İsrail ve Ortadoğu ülkeleri arasında emin bir kolaylaştırıcı gibi hareket etmesine imkân bırakmıyor. Türkiye her ne kadar incitilen taraf ise de bir ihtilafın doğrudan tarafı olduğu hissi, sıfır sorun politikasına darbe indirmiştir.

Türkiye’nin yeni yaklaşımına duyulan inanç, özellikle de Washington’dakiler nazarında, Türkiye’nin İran’la ilişkileri üzerinde yaşanan krizle zedelenmiştir. AK Parti liderleri, İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın 2009 Haziran’ında yapılan tartışmalı seçimde yeniden seçilmesini memnuniyetle karşıladıklarında kaşlar kalkmıştı. Eleştirmenler, bu onayı, AK Parti’nin Hamas, Sudan ve Suriye hükümetleri gibi Batının en çok kınadığı gruplara açık-kol yaklaşımıyla ilişkilendirdiler. Türkiye Tahran’a karşı ilave müeyyidelere BM Güvenlik Konseyi’nde muhalefet ettiğinde işler daha da kötüleşti.

Türkiye’nin hareketleri bir kez daha yanlış anlaşılmıştı. Türkiye’nin BM’deki oyu, müeyyideleri destekleyen ABD’yi azarlama anlamı taşımıyordu; bir tedbir olarak Tahran’la güven inşasını amaçlıyordu, ki Türk hükümetinin ABD’nin destek verdiğini düşündüğü bir hareketti bu. İran’la müslüman bir blok oluşturma yönünde Türkiye’nin payına düşen bir teşebbüs de değildi. İki ülke, her ne kadar üç yüzyıldan beri savaşmamayı başarmışlarsa da, tarih boyunca dalaşıp durmuşlardır. Söz konusu olan Irak ve Ortadoğu olduğunda, Sünni ve Şii gelenekleri, onları açık rakipler haline getirmektedir. Türkiye ve İran (ve de Mısır) bölgede liderlik için uzun zamandır mücadele etmektedirler –  ki her iki ülkenin, Suriye’nin ve Filistinlilerin başlıca ortağı olarak görülmek için öyle fazla kıvrak da sayılmayacak teşebbüslere girmelerinin bir sebebi de işte budur. Türkiye’nin İran’la ve diğer sertlik yanlısı ülkelerle yakınlaşması, onlarla müttefik olma arzusuna değil bu devletlerin davranışını değiştirme arzuna dayanmaktadır. Türkiye’nin yakınlaşmasını AK Parti’nin Amerikan karşıtı İslamcılığının delili sayan Amerikalı muhafazakar yorumcularla İsrailli sağcı yorumcular, amaç ve taktikleri birbirleriyle karıştırıyorlar.

İran’ın nükleer silah edinmesine Türkiye’nin tereddütsüz bir şekilde karşı çıktığına Ankara’daki yabancı yetkililerin şüphesi yok. Ankara için mesele, bunun nasıl önleneceği ve Türkiye’nin diğer ulusal amaçları arasında bu gâyeye ne gibi bir öncelik verileceğidir. Ayrıca Türk hükümeti, İran’a karşı askeri bir harekatın İran’ın nükleerleşmesini durdurmaktan ziyâde onu sadece geciktireceğine ve İran’ı güvenlikte olmanın tek yolunun nükleer caydırıcılıkta yattığına ikna edeceğine inanıyor. Yine, Türk hükümeti İran’a daha fazla müeyyide uygulamanın sadece sertlik yanlısı rejimini güçlendireceğine, ticareti azaltıp bölgedeki gerilimleri yükselterek Türkiye dâhil İran’ın komşularına zarar vereceğine inanıyor - tıpkı Saddam Hüseyin Irak’ına uygulanan müeyyidelerin benzer şeylere yol açması gibi.

Türk yetkililer, Tahran nükleer programı İran’da da geniş tabanlı bir desteğe sahip olduğundan dolayı mâkul tek politika, İran yönetimiyle yakınlaşmak ve ülkelerinin güvenliği için nükleer silahların gerekmediğine bir bütün olarak İran’ı ikna etmektir diye savunuyorlar. Türk yetkililer, Amerikan yönetiminin otuz yıldan daha fazla bir süredir Tahran’a mesafeli durduğuna işaret ediyorlar. Mübadelelere izin vermenin – mesela her yıl Türkiye’yi bir milyon İranlı’nın ziyaret etmesi – daha fazla müeyyide dayatmaktan daha hayırlı olduğunu telkin ediyorlar.

Türk hükümetinin, Amerikan yönetiminin Tahran’la nükleer takas anlaşmasını teşvik ettiği iddiası zeminsiz değildir. ABD Başkanı Barack Obama Nisan ayında Türk ve Brezilya hükümetlerine birer mektup gönderdi ve Washington’ın İran’la nükleer takasa girebilmesi için gerekli olan şartları izah etti. Çetin geçen ve neredeyse kopma noktasına gelen müzakerelerden sonra Türkiye ve Brezilya Tahran’dan yazılı bir taahhüt kopardılar ki Amerikan yönetiminin ileri sürdüğü pek çok şartı karşılıyordu. Bazı Amerikalı yetkililer, iki hükümetin İran’ı müzakere masasına getitmenin bir yolunu bulmak için samimi bir şekilde çabaladıklarına ve İran’ın onlara ayak uyduracağını öngöremediklerine inandıklarını söylüyorlar.

Ama Amerikalı yetkililer, Türk hükümetinin takas anlaşmasını İran’ı müeyyidelerden veya uranyum zenginleştirme programını askıya almaktan esirgemenin bir yolu olarak sunduğu gerçeğine gene de kızıyorlar. Türkiye, Brezilya ile birlikte şekil verdiği diplomatik güzergâhı korumak amacında olduğu iddiasıyla BM Güvenlik Konseyi’nde yeni müeyyide paketine karşı çıktığında da canları sıkılmıştı. Türkiye’nin itirazı, müeyyideleri engellemedi ve Türkiye şu an bu müeyyidelerin icrasına yardımcı oluyor (ancak ABD ve AB’nin uyguladığı, Türkiye’nin İran’la ticaretine zarar verebilecek daha ağır müeyyidelere iştirak etmiyor). Sürecin karışıklığına ve Brezilya’nın bu mesele ile kendisi arasına bir şekilde mesafe koyduğu gerçeğine rağmen, Türkiye ve Brezilya’nın baharda kotardığı anlaşmanın gelecekte güven inşası için bir kapı açtığını Amerikalı yetkililer bile kabul ediyor.

Başka bir ifadeyle, İran konusundaki kavgada Türkiye’nin kabahati yoktur – yani Mavi Marmara vakasından sonra İsrail’le arasında çıkan krizde ne kadar kabahati varsa bunda da ancak o kadar kabahati vardır. Türkiye’nin politikaları, uluslararası câmianın genel amaçlarına kastediyor değildir. Ayrıca her iki olay, AK Parti’nin sıfır sorun politikasının İslamcı bir politika olduğuna delil teşkil etmez.

Türkiye’nin dış politikası hakkında daha umutlu olmak için bir başka neden de ABD ve AB ile arasındaki şu son gerginliklere rağmen, Türkiye’nin Batıyla ittifakının temellerinin değişmemiş olmasıdır. Türkiye’deki dış yatırımın dörtte üçünden fazlası AB devletlerinden geliyor ve Türkiye ihracatının yarıdan fazlası AB’ne yapılıyor. Avrupa Birliği, Türkiye’den gelen 2.7 milyonluk göçmenlerin evidir; Türkiye’yi ziyaret eden turistlerin yarıdan fazlası AB ülkelerindendir. Ortadoğu, Türk iş dünyası için iyi fırsatlar sunmaktaysa da Türkiye en başta Batıya bağlıdır. Türkiye ihracatının üçte birinden azı Ortadoğu’ya yapılmaktadır. Ortadoğu sadece 110.000 Türk’ün evidir ve Türkiye’ye giden turistlerin sadece yüzde 10’u Ortadoğu’dandır.

Türkiye’nin AB’ne yakınlığı, iç reform sürecinin güçlü motorudur. AK Parti liderleri İsrail’e karşı durduklarında Ortadoğu’daki halkların güvenoyunu geçici olarak kazanabilirler ama Batılı ortaklarıyla yaptığı ittifakı bu süreç içerisinde feda etmemelidir. Bir de şu var: Türkiye’yi Ortadoğu’daki diğer ülkelerden hakkıyla ayıran, onun hem ABD’nin hem de AB’nin saygın ortağı olabilme kabiliyetidir ve bölgenin geri kalanının gıpta ettiği refah ve meşruiyetin temelini teşkil etmektedir bu. Türkiye’nin ABD yönetimiyle devam eden işbirliği  - mesela Türkiye’nin PKK’ya karşı mücadelesinde istihbarat paylaşımı, Amerikan askerlerinin Irak ve Afganistan’dan pürüzsüzce çekilmesini temin etmek, el Kaide hiziplerine karşı beraber çalışması veya İsrailliler ve Filistinliler arasında bir çözüme varılmasına yardım etmesi – esas olmayı sürdürmektedir.

Türkiye, olsa olsa sıfır sorun merkezli dış politikasının kimi aksiliklerden dolayı suçlanabilir. O da kısmen. Türkiye yanılgıya düştüğünde bile – aceleden, zayıf iletişimden veya ateşli retorikten dolayı – Türk hükümeti, Gazze’deki ıstırabı dindirmek ve İran’ın nükleer silah edinmesinin önüne geçmenin bir yolunu bulmak dâhil, Batılı ortaklarının pek çok amacını terk etmedi. Türkiye’nin güvenliği ve ekonomisi, Ortadoğu’daki problemelerin etkilerine Batılı ortaklarınkine nispetle daha fazla açıktır. Ankara bu yüzden zorunlu olarak farklı taktikler izlemektedir. Batı, bunu anlamalı ve bu farklılıkları fırsat olarak görmelidir. Batı, Türk hükümetini, tıpkı Ankara’nın İran’la ve İsrail ile Suriye arasındaki dolaylı görüşmelerde yaptığı gibi Ortadoğu’da yine aracı rolüne teşvik etmelidir. Örneğin Türkiye, el Fetih ve Hamas arasında müzakereleri kolaylaştırabilir. AK Parti liderleri, kendi üstlerine düşen kadarıyla, Türkiye ve İsrail ilişkilerini onarmanın bir yolunu bulmalılar. Bu, Türkiye’nin batılı müttefikleriyle bağlarını iyileşmekle kalmayıp onların Ortadoğu’da herkesle güvenle konuşabilen karizmatik arabulucu nâmını da ihya edecektir.

Kaynak: Foreign Affairs

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı