"Kürt sorunu" dendiğinde ilk akla gelen "Türkiye'de yaşayan Kürtlerin karşılaştıkları bir sorun"dur. Bu. Yalın olmakla birlikte açıklayıcıdır. Doğal olarak bu sorunun ekonomik siyasi, kültürel ve uluslar arası boyutları vardır.
En önemli boyut, kültürel boyuttur. 20.yüzyılın ilk çeyreğinden başlamak üzere ulus devletler kurulduğunda Kürtler, bu devletlerin ortağı iken daha sonraları ulus kimliklerin inşa sürecinde kendi kimliklerini özgürce ifade etme imkanlarından yoksun bırakıldılar. Bu da bir ölçüde geleneksel devlet form ve modelleriyle hiçbir ilişkisi ve benzerliği olmayan yeni ulus devletlerin tabiatından kaynaklanıyordu. Modern ulus devlet, politik konsepti ve bu konsepti var eden tarihsel iddiaları ve temel varsayımları bakımından tek bir kimliği öngörmekte, diğer kimliklerin toplumsal (kamusal?) alanda kendilerini ifade etmelerine izin vermemektedir. Böyle olunca diğer etnik grupların kendilerini belirlenmiş resmi kimlik içinde ifade etmeleri istendi. Bu da Türkiye'de "Türk kimliği" olarak belirlendi. Aynı şekilde Irak'ta Arap, İran'da Fars kimliği temel alındı. Bu süreç kendi doğası gereği çeşitli gerilimlerin ortaya çıkmasına sebep olacaktı.
Fakat sorun sadece politik ve hukuki bir tanımlama ile bitmiyordu. Biraz da bununla bağlantılı olarak, resmi kimlik tanımlaması içine girmeyen etnik grupların, başka bir ifadeyle Kürtlerin potansiyel bir tehlike olarak addedilmesi nedeniyle bölge ekonomik yatırımlar açısından itibar edilen bölge olarak düşünülmedi. Geçen yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren başlatılan kalkınma programlarında bu bölgenin bir yatırım, iş ve istihdam alanı olarak görülmediğini söylemek mümkün. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu söyleyenler durumu çok da abartmıyorlar. Sınır bölgelerine yatırım yapılmaması zaman zaman düşman komşulardan gelmesi beklenen saldırı tehlikesine bağlanmıştır, ancak bu hiç değilse Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri için çok az inandırıcıdır. Zira 20. yüzyıl boyunca tehlike Batı ve Kuzey'den beklendi. Türkiye NATO'da kendini İran, Irak veya Suriye'ye karşı değil, Sovyet Rusya'ya karşı konuşlandırdı. Ta başından beri yatırımların yüzde 90'ı Batı bölgelerine kaydırıldı. Tarihsel olarak bölgenin zenginliği, Suriye (Halep-Şam), Irak (Musul-Bağdat; Erbil-Kerkük), İran (Tebriz)le sıkı ticari ilişkilerin kurulmasına, söz konusu ilişkilerin gümrük duvarlarına takılmadan serbestçe işlemesine bağlıdır. Milli sınırların çekilmesiyle uygulanan sıkı kontroller, ağır vergiler, görünür ve görünmez yasaklar bölgenin yoksullaşmasına, diğer bölgelerle arasındaki mesafenin açılmasına, oransız, ani ve sosyal sonuçları çok yüksek olan göçler vermesine sebep olan önemli bir faktör olarak rol oynadı.
Sorununun diğer boyutu siyasidir. İnsanlar sorunlarını meşru yollardan dile getirirler, bunun da yolu siyasetten geçiyor. Taleplerin meşru ve serbest yollardan ifade edilmesinin diğer bir adı "pozitif siyaset"tir. Meşru ve serbet yolların tıkalı olduğu yerlerde yine insanlar taleplerini dile getirirler, ama artık böyle durumlarda kullandıkları yöntem "negatif siyaset"tir. Şiddet ve terörün ortaya çıkmasına yol açan önemli faktörlerden biri budur. Eğer insanlar taleplerini siyasi yoldan dile getiremiyorlar ise, bu sorunlarının ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. İlk dile getirildiğinde sorunlar siyasetin dışına çıkarılıyor ve aslında sorun olmaması gereken bir konu, toplumun önünü tıkayan bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumda başörtüsü ve başka sorunlar gibi Kürt sorunu, gerçek bağlamından koparılarak siyasallaşıyor, siyasallaştırılıyor. Böyle olunca insanlar kendilerini negatif bir dille ifade etmeye başlıyorlar.
1984'de başlayan terör ve şiddet (Siirt-Eruh), bölge insanını iki ateş arasında bıraktı, sıkıştırdı. Özellikle 12 Eylül döneminde terkedilmiş uygulamalar gündeme getirildi. Bu da Kürt sorununu tetikledi. Mesela yöre, köy isimlerinin değiştirilmesi, insanların çocuklarına istedikleri isimleri verememeleri gibi. Devamında bu sorun bugünkü duruma geldi. Elbette Türkiye'nin bu zaafı dış devletlerin dikkatini çekmekte gecikmemiştir. Yanlış tanımlamalar ve politikalar sonucunda suistimale müsait bir zemin teşekkül etti. Bu noktada Kürt sorunu, uluslar arası bir sorun haline getirildi. Yabancı devletler sistemli bir biçimde kendilerini gizli veya açık yollarla bu soruna müdahil hale getirdiler. Oysa öncelikle yapılması gereken şey bu sorunun içerde çözülmesi yönünde etkili bir irade göstermek olmalıydı. Uzun yıllar müsait olan vasat zaman içinde anlamını kaybetti, birçok fırsat elden kaçırıldı.
Bölge ölçeğindeki gelişmelere yakından bakıldığında bugün de giderek zeminin aşınmakta olduğunu, neredeyse hakiki çözümden uzaklaşmakta olduğumuzu görüyoruz. Batı'dan iktibas edilen kavramsal çerçeveler dışında yeni düşünce analizlerine ihtiyacımız var. Bir toplum için geçerli olan çözümler her toplum için geçerli olmayabilir. Bugün yeni bir gündür, yeni kavramlara ve yeni yaklaşım biçimlerine ihtiyacımız var.
Bugünkü hükümet sorunu çözmek için siyasi irade beyanında bulunuyor. Ancak maalesef takip ettiği usul, kullandığı kavramsal çerçeve ve onu sıkıştıran uluslar arası konjonktür ümitvar olmamıza yetmiyor.