İbn Haldun, devletlere ömür çizer, ona göre doğup büyüyen ve gelişen devletler, canlı organizmalar gibi sonunda çöker. Kısaca çöküş kaçınılmazdır. Devletlere 120 yıl biçilebilir, her devlet bu süreyi tamamladıktan sonra, yerini bir başkasına bırakır. Belirtmek gerekir ki, İbn Haldun 'medeniyet' kelimesini kullanmaz. Modern zamanlarda Batı uygarlığıyla tanışan Müslüman aydınlar, İbn Haldun'un "devlet" kavramını "medeniyet"le eşdeğer tuttular. Onun üzerinde imal-i fikr ettiği devlet, yani saltanat ve mülktür.
Buna katılmak mümkün mü? Hayır. Her devletin (veya medeniyetin) 120 sene içinde çöküp yerini bir başkasına bırakacağı yönünde amir bir kanun yok. Yüzlerce sene süren devletler var, kendi içlerinde değişim ve başkalaşım geçirirler, ama hemen de yıkılmayabilirler. En azından Osmanlı devleti 600 sene ayakta durdu.
Bu konu bizi "tarih görüşü"ne götürür.
Varlığı bir elips şeklinde düşünecek olursak, tarih bir gündönümüne benzer. Tarih, insanın Allah'a doğru yürüyüşüdür, aşağıdan yukarıya doğru bir harekettir. Tarihin şafak vaktinde Âdem (a.s), kuşluk vaktinde Nuh (a.s), öğle vaktinde İbrahim (a.s) vardı, ikindi vaktinin peygamberi ise Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Bizimle kıyamet arasında, Efendimizin dediği gibi, "İki parmak arası mesafe vardır". Zaman gittikçe yaklaşmaktadır. Tabii bu demek değildir ki, kıyamet yarın veya öbür gün kopacaktır. Belki bir saniye sonra, belki de bir milyar sene sonra kopar, onu bilemeyiz, gayb ile ilgili bir konudur. Ama şurası muhakkak ki, zaman giderek daralmakta, nüfus giderek artmakta, adım adım bir sona doğru yaklaşmaktayız. 1750'de dünya nüfusu 500 milyondu, 2013 yılında bu rakamın 13 milyara çıkacağı tahmin ediliyor. Sanki şanı yüce Allah, tüm ruhlara, kitleler halinde "Gidin, bedenlere girin, ömürlerinizi yaşayın, bu süreç tamamlansın" der gibi.
İbn Haldun'un sözünü ettiği hareket düz/lineer değil. Beşeri hareket elipsvari olup dairevidir, helozoniktir. Beşeriyet sürekli olarak çıkışlar ve inişler yaşamaktadır. Devletler ve medeniyetler yıkılır, yenileri ortaya çıkar. Fakat bu mukadder değildir. Ayette belirtildiği gibi "Onlar, ecelleri geldiği zaman ne bir an ilerde ne bir an geride, tam vaktinde çökerler." Eceli gerektiren sebepler vardır. Mesela bir toplumda gelir dağılımında büyük adaletsizlikler varsa, büyük ahlaki çöküşler de yaşanır. Cinsel sapkınlıklar, ailenin zayıflaması, ensest ilişkiler, eşcinsellik, alkolizm, uyuşturucu vs. Tabii ki ahlaki hayatı, sadece cinselliğe indirgememek lazım; siyasi despotizm, iktidarların zulmü, iktisadi adaletsizlikler, ulusal-ırksal asabiyetlerin temel tutumlara yön vermesi gibi haller de ahlaki zaaflardır.
İnsanlar Allah'ı tamamen unutunca, insan trajik yabancılaşmaya uğrar, yabancılaşmanın toplumsallaşma nitelik kazanması halinde çöküş süreci başlar, yani o toplumun eceli gelmiş olur. Toplum ahlaki formunu muhafaza ettiği müddetçe ayakta kalır; çünkü ilahi sünnet bunu gerektirir. Toplumu koruyan değerler vardır, o değerler toplumun hayatında aktif ise toplum ayaktadır, değilse çöker. Ahlaklı bir toplum yüzlerce, binlerce sene yaşar, ama ahlaki dayanaklarını kaybetmiş bir toplum kısa zamanda çöker. Bu noktada İbn Haldun'dan ayrılmış oluyoruz.
Osmanlı, çöküş emarelerini fark ettiğinde ne İslami kaynaklardan ve İbn Haldun'dan yeterince istifade edebildi, ne de Batı uygarlığıyla doğru bir zihni ve politik temas kurabildi. Mustafa Reşit Paşa, 1834 yılında, Paris'ten gönderdiği resmi bir yazıda, şöyle diyordu: "Medeniyet, insanların terbiye edilmesi ve düzenin icra edilmesidir." Mustafa Reşit Paşanın medeniyet algısı, Batı'nın medeniyet algısına yakındır; çünkü burada hegemonik-otoriter bir muhteva vardır. Keza kısa zaman sonra Osmanlılar, "terbiyeyi nas ve hukuk-u icra kelimesi" yerine medeniyet kelimesini kullanmaya başladılar.
Namık kemal, medeniyeti, "asayişte kemal" diye tarif etti. Belli ki Namık kemal de medeniyet tanımını Batı'dan alıyordu. Eski Yunanlılarda medeniyet ve polis, aynı anlamda kullanılırdı. Namık Kemal'e göre, "medeniyete karşı gelenler, eceli kazaya katillerden ve haydutlardan daha çok yardım etmiş olurlar. O halde Osmanlı devletinin içine girdiği Batı medeniyetine temessül etme, Batı'ya intisap etme ve Batı'yı transfer etme çabası mukadderdir ve kaçınılmazdır, bunun da ötesi yoktur" diyordu.
Bir sonraki yazıda bu çerçevede Ahmet Cevdet Paşa'nın "medeniyet arayışı ve Mecellesi"ni yazmaya çalışacağım.