Ay boyunca New York’taki BM binasında 189 ülkenin katıldığı bir konferansta geleceği tartışılacak olan Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NPT) genel olarak, nükleer silahları kontrol altına almaya yönelik uluslararası çabaların köşetaşı olarak selamlanır. Anlaşmanın destekçileri, NPT’nin 1970’de yürürlüğe girmesinden bu yana ve o dönemdeki yaygın korkuların aksine, nükleer kulübün ilk beş üyesine sadece dört devletin katılıdığına işaret eder. Bu göreceli başarı nedeniyle anlaşma epey övgü alır. Fakat bu doğru mu? Eğer değilse, beş yılda bir yapılan ve genellikle hırçın geçen bu çokuluslu diplomasi taliminin amacı nedir?
İlk soru şu: NPT, nükleer silah isteyen bir ülkeyi böyle yapmaktan alıkoydu mu? Yanıt, hayır. Silah programlarını bırakan Brezilya, Arjantin, Güney Afrika ve son olarak Libya ulusal hesaplarla hareket ediyordu; hepsi de bu projenin yarardan çok zarar getireceği sonucuna vardı. Nükleer silah inşa etme kapasitesine sahip olan iki düzine veya daha fazla ülke de uzun zamandır aynı sonuca varmış durumda.
Nükleer kulübe 1970’den sonra giren dört ülke ya NPT’yi hiç imzalamadı (Hindistan, Pakistan ve İsrail) ya da Kuzey Kore’nin 2003’te yaptığı gibi anlaşmadan çekildi. Her biri kendi ulusal çıkarlarına dair bencil hesaplarının ardından, nükleer silah sahibi olmaya gerçekten değeceğine karar verdi. Hiçbiri, anlaşmanın herhangi bir maddesi bağlamında, bu tercihlerinden dolayı anlamlı bir bedel ödemedi.
Aynı hikâye İran ve ilerleyen uranyum zenginleştirme programı konusunda tekrar ediyor gibi görünüyor. Belki de İran gerçekten, birçok adımının da işaret ettiği üzere, nükleer silah inşa etmeye çalışıyor. Belki de kendisini sadece, bu silahı son dakikada üretebileceği bir konuma getirmeye çalışıyor; gerçekten bir bomba sahibi olmanın sözde yararlarının birçoğunu elde etmesini sağlayacak bir konum bu.
Her durumda birşey kesin: NPT konferansı tek başına bu krizin çözümüne pek az etki edecektir. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad ve ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton retorik savaşlarıyla manşetlere çıkabilir, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon Tahran’ı kamuoyu önünde azarlayabilir; ve Ortadoğu’yu nükleer silahsız bir bölge ilan etme nosyonu bol miktarda karmaşık manevralar yapılacak. Fakat gerçek şu ki, İran da Kuzey Kore gibi dokunulmazlıkla hareket edebildi ve BM Güvenlik Konseyi’nden çıkacak bir yaptırımın pek az değişikliğe yol açacağı neredeyse kesin. Beğenin ya da beğenmeşin, bu ihtilafın sonucu güç politikaları tarafından, yani pratikte neredeyse sadece ABD, İran ve İsrail’in her zamanki gibi kendi ulusal çıkar algıları temelinde alacakları kararlar tarafından belirlenecek.
NPT, bir Soğuk Savaş kalıntısı. Eğer bugün bir işlevi varsa, o da varolan nükleer materyallerin güvenliğini, üyelerine dayattığı denetim sistemini sıkılaştırarak güçlendirmesi.
Bugün nükleer silahların en güçlü ve tehlikeli muhtemel yayıcıları İran gibi egemen devletler değil, Kaide ve diğer terörist gruplar; NPT’nin hassas noktaları, onların silah seviyesinde zenginleştirilmiş uranyum elde etme arzularını engellemeyecektir. Bu varsayımdan şüphe duyanlar, geçen gün Times meydanında park halinde bulunan aracın içinde havai fişek, propan ve gübre değil de, çalıntı nükleer malzeme olsaydı ne yaşanacağını gözden geçirmeli. Bu açıdan bakıldığında, bazılarının savunduğu gibi İran’ı NPT’den çıkarmak başarısızlığa yol açar. İran’ın karşı koyuşu ve daha sıkı denetime boyun eğmeyi reddetmesi öfyeşe sebep olabilir. Fakat kabul ettiği denetimler hiç yoktan iyidir. Soğuk Savaş sonrası NPT’nin ana amacı bu denetimleri güçlendirmek olmalı. (Başyazı, 5 Mayıs 2010)
Kaynak: Radikal