Bu sırada görüştüğüm yabancı gazeteci ve gözlemcilerin çoğu “Türkiye kendi ayağına kurşun sıktı” diyorlar. Bu doğru. Türkiye’nin önüne konulmuş “kırmızı çizgiler” vardır. Bunlardan biri, Türkiye hiçbir zaman İslami geçmişiyle barışmayacak ve İslam dünyası üzerinde etkin olmaya çalışmayacak; diğeri hatırı sayılır maddi, politik ve ekonomik güç olmayacak. Aynı gözlemciler, “Türkiye’nin kontrol edilemez bir büyüme” içinde olduğunu ve bunun bir şekilde denetim altına alınması gerektiği yönünde “bir irade”nin şekillendiğini söylüyorlar.
27 Nisan müdahalesinin şu veya bu düzeyde –belki hasarlar yaratacak şiddette demek lazım- ekonomiye bir etkisinin olacağı kuşkusuzdur. Nitekim çok geçmeden “Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Türkiye'nin yabancı ve yerli para cinsinden görünümünü, artan siyasi riskler yüzünden 'pozitif'ten, 'durağan'a çevirdi. Fitch'in gelişmekte olan piyasalar Avrupa başkanı Edward Parker şu değerlendirmeyi yaptı: "Türkiye'nin ihtiyatlı mali politika konumu, etkileyici büyüme performansı ve güçlü doğrudan yabancı yatırım girişi, gelişen makro ekonomik temel göstergelerle uyumlu. Buna rağmen, negatif siyasi şoklar olaylara bağlı riski artırmış ve kredi notu görünümünü gölgelemiştir." (Zaman, 11 Nisan 2007.)
Askeri darbeler veya postmodern müdahalelerle ilgili şöyle bir tez var: Ne zaman ekonomi sıkışma belirtileri gösterse, dış ticaret açığı, enflasyon vb. konularda kötüleşme başlasa, sivil siyaset kesintiye uğrar, bu kötüleşmenin arkasından askeri müdahale gelir. Bu tezin ne kadar doğru olduğu tartışmalı. Çünkü en azından son iki müdahale (28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007) aksi yönde fikirler ilham ediyorlar. Yani aslında ekonomi bırakın çok kötü olsun, “iyi” veya en azından iyileşme yönünde kuvvetli belirtiler gösteriyorken müdahaleler oluyor.
28 Şubat müdahalesinin vuku bulduğu 1997 yılında ekonomi ana parametreler bakımından iyiydi. Bir anda provokatif gösteriler başladı. Aczmendiler rejime meydan okuma gösterileri yaptı; Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadime Şahin gibi magazin programlarını aratmayacak şahısların –aktör mü demeli- skandalları peş peşe televizyon ekranlarına yansıdı. Dallas dizisi halt etmişti. Normal seyrinde olması gereken MGK toplantısı rutin olmaktan çıktı, bir anda ülkenin kaderinin çizileceği toplantı haline getirildi. 28 Şubat MGK toplantısından önce babası darbe mağduru olmuş Aydın Menderes’in oynadığı rolü hatırlayalım, toplantıyı öylesine abarttı, öylesine bir korku unsuru haline getirdi ki, sonraları bu projenin arkasında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel olduğunu anladık. 27 Nisan muhtırasından önce de eski Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk benzer bir rol üstlendi, yine korkular üretildi, küçük bir takım olaylar abartıldı, habbeler kubbe gösterildi. DYP ve ANAP’ın Abdullah Gül’ün aday gösterildiği cumhurbaşkanı seçiminde meclise girmediler, bunun da arkasından daha 50 yıl yaşayacağını düşünen ve “Belki sıra bana bir kere daha gelir” diyen Süleyman Demirel çıktı. Dahası çok geçmeden Mesut Yılmaz, siyaset sahnesinde yerini alma hazırlıklarına girişti.
27 Nisan sürecinin gerekçesi bu sefer Şanlı Urfa, Diyarbakır, Mardin, Gaziantep, Denizli gibi illerimizde düzenlenen “Kutlu Doğum haftası”nda 7 ila 11 yaş grubundaki çocukların okuduğu ilahiler oldu.
28 Şubat postmodern darbe Türkiye’ye yaklaşık 70 milyar dolara mal oldu. Birtakım kişiler, postmodern darbeyi teşvik ettiler, ama bu arada bankaların altını boşalttılar. Devlet güvencesi olduğu için, boşaltılan bankalar devlete mal edildi, devlet halktan topladığı paralarla bunları finanse etti. Ekonominin darbelerde önemli rol oynadığında hiç kuşku yok, ama bu “kötü” olmasından kaynaklanmıyor. Başka sebepler aramak gerekir.