Avrupa'nın gündemden hiç düşmeyen meselesini artık İslamiyet ve Müslüman azınlıkla nasıl baş edileceği oluşturur oldu. İsviçre'de sandıktan minare yasağı çıkartan referandum ve Fransa'da Nicolas Sarkozy hükümetinin başlattığı 'ulusal kimlik tartışmasının' büründüğü hal bu durumun son tezahürleri...
İsviçre'deki sonuç, İslamiyet'in 'başörtüsü' yahut 'minare' gibi sembollerinin dahi nasıl dehşetli bir korku dalgası yaratabildiği ve aşırı sağın ırkçı, hoşgörüsüz ve etnomerkezci bu trendin üzerinde nasıl kolayca yükselebileceğini gösteriyor. Fransa'daki 'ulusal kimlik tartışması' da alenen göçmen ve özellikle Müslüman karşıtı içeriğe bürünmekte gecikmedi. Fransa örneğini daha tehlikeli kılan, 'ulusal özellikler'in belirlenmesini sağlayacak tartışmanın bizzat ülkeyi yöneten hükümet tarafından başlatılmış olması. 'Fransızlık', 'Almanlık', 'İsviçrelilik' yahut bizde de kimi kez gündeme gelen 'Türklük' gibi, kimlik tanımlamalarını kaçınılmaz olarak en dar anlama çekecek bir tartışma başlattığınızda ırkçılığın ötesinde gidilebilecek yer kalır mı? Ve asıl can alıcı husus, Sarkozy hükümetindeki gibi merkez sağ yönetimlerin, siyasi, ekonomik ve sosyal sıkıntılarla halleşememenin bütün kusurunu 'İslamiyet'e atarak, kendi eşitlik ilkelerine ihanet anlamına gelen tehlikeli bir oyuna soyunması. Hem de dünyanın başka yerlerindeki Müslüman ülkelerde tartışmalı savaşlar vermekteyken...
Elbette 'Yaşlı kıta'nın hemen her yerine yansıyan bir gerilim bu. Aydınlanma ve Reform süreciyle laikleşmiş Avrupa ülkelerindeki ana akım din algısı ritüellere indirgenmişken; hem dünyevi hem uhrevi açıdan yekpare; ten rengi, kültür ve coğrafi sınır tanımayan 1400 yıllık bir dinle nasıl başa çıkabileceğini bilememelerinin kaçınılmaz hissiyatı da var Avrupalılarda. Ama artık dışavurum itibarıyla tehlikeli yerlere yaklaşıyorlar. Geçenlerde Fransa'da Castres adlı bir kasabadaki caminin kapısına domuz kulağı asılıp, gamalı haç çizimleri eşliğinde Almanca 'Yaşa Hitler', Fransızca 'Fransa Fransızlarındır' ve İngilizce 'Beyaz ırkın gücü' yazıldığını işitince insanın aklına Britanya'nın ilk Müslüman Bakanı Şahid Malik'in, Müsümanların artık kendilerini 'Avrupa'nın Yahudileri' gibi hissettiği sözleri geliyor.
Kaba rakamlarla 400 milyonluk AB coğrafyasında topu topu 20 milyon Müslüman (yüzde 5) yaşıyor. Kimileri 'sayıları giderek artıyor' dese de, istatistiklerde, ikinci, üçüncü kuşaktan Müslümanların eğilimi ulusal doğum oranlarına yakın. Sorun zaten nüfus miktarından ziyade kültürel uyumsuzlukta ve daha mühimi entegrasyondan kimin ne anladığında... Avrupalıların kastı Müslümanların geldikleri ülkeler ve ait oldukları kültürel kimliklerinden tümden sıyrılması. Anketlere bakılırsa yüzde 55'lik oranı İslamiyet'i 'hoşgörüsüz' bir din görüyor. Kadına bakış, aile ilişkileri, cinsel özgürlük ve gay hakları gibi konularda Müslümanların dönüşmesi gerektiğini düşünüyorlar. Biz ne kadar tekrarlasak 'İslam'daki hoşgörüyü' göremiyorlar. Ya 'ırkçılıklarından' deyip çıkacağız, yahut birlikte zorlu sorulara yanıt arayacağız.
***
Avrupa'daki bu çetrefilli vaziyet, farklı kültürlerin barış içinde yaşamasını arzulayan, bu yolda her tür inanç ve ifade özgürlüğünün sıkı savunucusu olmaya soyunanlar için de ciddi sınav. Misal böylesi bir vizyon, Katoliklerin, Aziz Paul'ün doğum yeri Tarsus'ta müzeye çevrilmiş tarihi kiliseyi kullanmalarına izin vermek durumunda. Ha keza Ortodoks aleminin ekümenik lideri Patrik Bartholomeos'un, yıllardır çözümsüz bırakılan Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması talebi karşısında alınacak tavır... Patrik'in Amerikan basınına verdiği ve zamanlaması gayet şaibeli biçimde kendilerini 'çarmıha gerilmiş' hissettiklerini söylemesi hissiyatındaki hakikati değiştirmez. Medeniyetler İttifakı'na eşbaşkanlık yapan Türkiye, bölgenin büyük devleti olacaksa, 'çeşitlilikleri kucaklama' retoriği yetmez, bunu hayata geçirmek gerekir. Balkanlar'daki camilerin ahval-i şeraitini merak ediyorsak, o vakit Alanya'da yaşayan Hıristiyanların eski ya da yeni kiliselerine geçit vermek durumundayız. 'Peki ya Atina'da niye cami yok' diye sormakla yetinirsek 'rövanşist' ve 'kendine Müslüman' olarak algılanmamız kaçınılmazlaşır.
Hem Türkiye'nin dış siyasi vizyonunun realpolitik tezahürü de bu meselede doğru durmayı icab ettiriyor. Misal, Bartholomeos'un atayacak din adamı bulamadığı bir ortamda Ortodoks kilisenin merkezinin kıran kırana rekabet yaşanan Moskova'ya kaymasının Türkiye'ye faydası olduğunu düşünen var mı?
Bir de madalyonun öteki yüzü: Belki bir Türk vatandaşı olarak üstüne vazife olmadığını söyleyen çıkabilir lakin, keşke Bartholomeos'un ağzından kendi müftülerini seçmelerine izin verilmeyen Batı Trakya Türkleriyle empati kurduğunu bir işitebilseydik, ne hoş olurdu değil mi?..

Kaynak: Radikal