Batılı güçler, ısrarla Suriye’ye doğrudan müdahil olmak istemiyorlar.
Haksız da sayılmazlar. Zira kendi siyasi ve ekonomik kaygıları bir yana, Suriye’nin hassas etnik ve mezhep yapısının bütün bölge için yarattığı karmaşık tabloya baktıklarında, büyük bir ‘bataklık’ görüyorlar.
Bu yüzden Irak, Afganistan ve Libya’daki gibi ‘insan hakları’ temalı ‘ulus inşası’ işine hevesli değiller. Ve bir iç çatışmada şu veya bu biçimde taraflara silah satabilir olmak varken, bataklığa gömülmenin alemi olabilir mi! Diğer yandan geçen 16 ayın sonunda Suriye muhalefetinin birlik sergileyememesi bile, aslında Suriye’nin başından bu yana anlatmaya çalıştığımız hassas dengelerinin bir başka tezahürü.
*‘DE FACTO TAMPON BÖLGE’*
Türkiye üç-beş aylığına Beşar Esad yönetimini bir ‘yumuşak dönüşüme’ iknaya çabalamış olabilir. Fakat nihayetinde bölgede 10 yıla yakın süreçte ‘arabulucu-yumuşak güç’ vasfıyla giriştiği ‘siyasi diyalog’ arayışını kısa sürede kenara bırakıp, ‘rejim değişikliği’ gündemini sahiplendi. Zira Tunus, Mısır ve Libya örneklerinden yola çıkarak rejim değişikliğinin kısa sürede başarılabileceğini düşündü. Suriye ile 800 kilometrelik sınırını daha baştan ‘açık sınır’ ilan etti. ‘Açık sınır’, ‘gelen geçen silahlı silahsız içeri girer çıkar’ manasına gelir.
Kime yapsanız ‘hasmane’ algılanması kaçınılmazdır. Türkiye-Suriye ilişkileri açısından kimi ‘komplo’ der çıkar, kimi başka şey söyler. Bana göre, yabancı güçlerin ‘boş vaazları’ eşliğinde, iki ülkeyi alenen karşı karşıya getiren tehlikeli bir süreci yaşıyoruz. Ve Türkiye nasıl Suriye’deki süreci tek taraflı okuyarak hatalara düştüyse, Suriye de 22 Haziran’da bir Türk jetini ‘misyonu her ne ise’, ‘bilerek yahut bilmeyerek’ düşürerek mühim bir hata yaptı. Suriye yönetimi, Türkiye’ye bugün ‘çalım atmış’ görünebilir.
Ancak bu görüntünün kısa ve orta vadede Suriye içindeki krize de, Beşar Esad’a da faydası yok. Hele de savaştan hakikaten kaçınmak derdi varsa, hele de Suriye’yi tek parça tutmak mevzu bahis ise… Nitekim Türk jetinin düşürülmesinin kısa vadedeki ilk sonucu, Türkiye’nin silahlı muhaliflere daha bir ‘şevkle’ sahip çıkması, ‘caydırıcı gücünü’ vurgulayacak şekilde sınıra ‘yığınak’ yapıp hava sahasında kontrolü sağlaması. Suriye helikopterlerinin kendi sınırlarına 3-4 kilometre mesafeye yaklaşamaz hale gelmeleri, aslında muhaliflerin daha rahat edebileceği ‘de facto’ bir tampon bölge anlamına geliyor.
Dolayısıyla ciddi bir savaş tehlikesi var ve çok iyi yönetilmesi gereken bir süreçten geçiyoruz.
*CENEVRE’DEN KALANLAR…*
Fakat büyük resimde ortada ne bir siyasi alternatif, ne de tarafların yenişebilir göründüğü bir tablo var. 22 Haziran’dan bu yana Cenevre’den Kahire’ye uzanan gelişmelere bakın, görürsünüz. BM ve Arap Birliği arabulucusu Kofi Annan’ın çağrısıyla Cenevre’de toplanan ve Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin de katıldığı konferanstan muğlak bir ‘geçiş hükümeti’ çağrısı çıktı. Kilit cümle, ‘geçiş hükümetinin Suriyeli yetkililer ile muhaliflerin karşılıklı onayı temelinde şekillendirilmesi’.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton bunu ‘eli kanlı Esad’ın gitmek zorunda kalacağına’ yordu. Batı bloğu utangaç biçimde BM Şartı’nın ‘yaptırımlarla başlayıp olası yabancı müdahaleye varabilecek’ 7. maddesine atıf yapıyor zira Rusya’nın eninde sonunda vetosundan vazgeçip 7. madde bağlamında müdahaleye yeşil ışık yakmasına bel bağlıyor. Ama henüz o aşamada değiliz. Clinton’a ilk itiraz eden Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov açıkça, ‘Suriye halkına dışarıdan yönetim empoze edilemeyeceğini’ söyleyip, ‘silahlı grupları hükümeti orantısız güç kullanmaya kışkırtmakla’ suçladı.
Çin Dışişleri de aynı telden çaldı. Elbette muhalifler Esad’lı çözümü kabul etmiyor, fakat Esad’ı yerinden de edemiyor. Suriye yönetimi içinse durum ‘garantide’ görünse de ‘bu gerilla savaşıyla nereye kadar gidilebilir’, ‘Rusya’nın koruması ilelebed sürebilir mi’ soruları yerli yerinde.
*KAHİRE FİYASKOSU!*
Aslında Cenevre konferansının sonucu iki tarafa da zaman ‘kazandırdı’.
Şurası aşikar. Rusya, artık muhaliflerin olabildiğince geniş bir kanadını ‘Esadlı çözüme’ ikna için çabalayacak. Diğer yandan da Suriye yönetimine ‘isyanı bastırma sürenin sınırı var’ diyecek. İsyancılar da ortak liderlik oluşturmak için ‘zaman kazandı’. Fakat bu kadar farklı ideolojik pozisyon varken, işleri zor. Cenevre’nin ardından Arap Birliği gözetiminde yapılan muhaliflerin son Kahire buluşması bunun ispatı.
Adeta fiyasko! Hür Suriye Ordusu zaten ‘komplo’ diyerek toplantıyı baştan boykot etti. Genel Devrim Komisyonu ‘siyasi tartışmalara girmeyip rejimi devirmeye odaklanmak’ gerekçesiyle çekildi. Uzun yıllardır İsveç’te yaşayan Kürt akademisyen Abdülbasit Seyda’nın SUK’un başına geçmesi de derde deva görünmüyor. Zira Barzani sayesinde sürece müdahil olmuş Kürt Ulusal Konseyi ‘Kürt kimliğinin tanınmadığı’ eleştirisi eşliğinde ağır suçlamalarla toplantıdan çekildi. Kahire’de neredeyse ‘yumruklar konuşacaktı’. Suriye’nin Kürt bölgesini karış karış gezmiş dostlarımdan edindiğim izlenim, Seyda’nın sahada etkisinin pek olmadığı.
*‘ARAP’ KİMLİĞİ, ‘İSLAM’ VURGUSU*
Kahire’de göya iki metin üzerinde uzlaşıldı. O da ‘Esadsız geçiş hükümeti, sivil barış ve ulusal birliğin önemi’ ile ‘Hür Suriye Ordusu’nun desteklenmesi’. Fakat pratikte bu genel metnin faydası ne anlamak zor. Üstelik gelen haberlere bakılırsa, öne çıkan iki unsur olan Suriye Ulusal Konseyi ile içerideki Demokratik Değişim için Yerel Kordinasyon Komiteleri hassas meselelerde birbirine girmiş durumda.
Kilit üç mesele var: Rejimle diyaloğun boyutu, yabancı askeri müdahale çağrısı ve Esad sonrası ideolojik şekillenme.
Misal SUK’da ağırlıkta olan Müslüman Kardeşler ‘din devleti’ peşinde olmadıklarını söyleseler de din ve devlet işlerinin tümüyle ayrıldığı bir yapıyı kabul etmiyorlar. Yani salt ‘Arap’ kimliği değil ‘İslam’ vurgusu da tartışma yaratıyor.
*DEMOKRASİ=ÇOĞUNLUĞUN YÖNETİMİ OLUNCA…*
*Bir Hür Suriye Ordusu üyesinin "kilise yağması"ndan sonraki pozu... *
Suriye gibi farklı etnik ve mezhep kimlikleri üzerinde yükselen bir memleket belli dengelere dayanmak zorunda. Misal siyasi liderlik olarak bir Alevi/Nusayri’ye yahut bir Hıristiyan’a altını çize çize ‘bütün hakların, malın, canın bana emanettir’, ‘istikrarı da güvenliğini de ben sağlarım’ diyemiyorsanız, onu buna ikna edemiyorsanız, işiniz zor. Yine bir Kürt’e bu saatten sonra ‘özerkliğini vermeyiz, Arap kimliği altında olacaksın’ diyorsanız, unutun. Zira bu coğrafyada ‘çoğulculuk, demokrasi, sandık’ lafları biraz eşelendiğinde, karşımıza sahadaki bambaşka hakikatler çıkıyor. Bu hakikatlere dayanmayan bir çözüm de çözüm olmuyor. Dolayısıyla muhalifler kendilerini birbirlerine ‘dayatmaktan’ vazgeçmezlerse, işleri zor. ‘Demokrasi=çoğunluğun yönetimi’ denklemi kafi değil. Bir demokrasiye kalitesini ‘azınlıkların haklarının garanti altına alınması’ verir. Hoş bunu idrak etmek bırakın Suriye’yi, hiçbir yerde kolay olmuyor.
Suriye örneği dünyaya, rejimi devirmeden önce toplumu alternatif bir siyasi çerçeve ile liderliğe hazırlamak ve buna ikna etmek gerektiğini gösteriyor. Asıl büyük sorumsuzluk bunu yapmamaktan/yapamamaktan geçiyor.
Kaynak Habertürk