Türkiye'de Müslümanların yeni bir doğuş yapma imkanlarından biri, İlahiyat fakülteleri ve bu fakültelerden mezun olanların göstereceği performansa bağlı görünmektedir. Hiç kuşkusuz, İlahiyatlar, mevcut olan ve olabilecek olan imkanlardan sadece biridir; çünkü İslam'ın kaderi ne şahıslara bağlıdır ne de kurumlara. İlahiyatları imkanlardan biri olarak telakki ettiğimiz için üzerinde durmayı gerekli görüyoruz.

Belirtmek gerekir ki, burada sözünü edeceğimiz eleştiri noktaları toptancı veya genelci bir mantıkla bütün ilahiyatçıları veya İlahiyat fakülteleri'nden mezun olanları ya da söz konusu fakültelerde ders veren, araştırma yapan öğretim üyeleri veya görevlilerinin tümünü kapsamaz. Hatırda tutmamız gereken bir hakikat var: Vaz'edildiğinde genel kurallar için her zaman istisnalar söz konusudur. Tabii ki ilahiyatçılar arasında değerli, entelektüel formasyonu yüksek ve İslam tefekkürünün yeniden doğuşu ve İslam ümmetinin ahlaki, maddi, toplumsal ve politik uyanışı için samimi gayret içinde olanlar var. Ancak genel hatlarıyla ele alındığında ve kurumsal olarak düşünüldüğünde ilahiyat fakültelerinde ciddi sorunların yaşandığı görmezlikten gelinemez. Yayınlarına ve kamuya açık beyanlarına baktığımızda, ilahiyatçıların şu özellikleriyle öne çıktıklarını tespit etmek mümkün:
      İlahiyatçıların ağırlıklı olarak kullandıkları üst dilin laik ve seküler bir dil olduğunu söylemek mümkün. Bu dil, dinin, yani İslam'ın dili değildir. Bu, bilimsel veya akademik çalışma yapma zorunluluğu yanında, İslam içine dışarıdan dahil edilmek istenen konu seçimleri ve konuların muhtevasını ifade eden anahtar terimlerin dinin anahtar terimleriyle eş değerde algılanması dolayısıyla böyle olmaktadır. Gayet tabii olarak ve tarih içinde geçirdiği değişimler sonucunda her dinin kendine özgü proplematiği vardır. Din müntesipleri başka din ve kültür havzalarıyla karşılaştıklarında zorunlu olarak belli bir yüzleşme sürecini yaşarlar. Geçmişte bunun örneklerini yaşadık. Ancak bu tür karşılaşma veya yüzleşmelerde Müslümanlar, kendi anahtar terimlerini hiyararşik olarak üstte tutar, başka din ve kültürlerin terimlerini ise kendi üst hakikatleri müvacehesinde kritiğe tabi tutmaktadırlar. Bir başka dinin paradigması, Müslüman tefekküründe ancak yardımcı bir parametre veya ifadeyi takviye eden bir argüman hükmünde kullanılır ancak. İlahiyatçıların bugün ve aktüel dünyada yapmaya çalıştıkları ise neredeyse tam aksidir.

Herkesin aşina olduğu bir örnek vermek gerekirse, hermönetik böyle bir konudur. Özü itibariyle hermönetik Batı kültürüne ve Hıristiyan dini metinlerine ait bir problematik konudur. Bunun doğrudan İslam'a dahil edilmesi ve Kur'an metni ya da hadis külliyatının hangi ölçeklerde hermönetik okumaya tabi tutulup tutulmayacağı sorununun vaz'edilmesi, bilgi ve tefekkür hiyerarşisinin İslam dini aleyhine çevrilmesi anlamına gelir. Bu durumda hermönetik ve bağlı olduğu Batı/Grek kültürü ile Hıristiyan teolojisi İslam hakikatini kritik eden üst dil konumuna çıkartılmış olmaktadır. Bunun sakıncaları nelerdir, diye sorulacak olsa şu denebilir: Yukarıda "gayet tabii olarak ve tarih içinde geçirdiği değişimler sonucunda her dinin kendine özgü proplematiği vardır", dedik. Diğer dinler kendilerini harici beşeri müdahalelere karşı koruyamadılar. İslam'ın diğer dinlere faikiyeti ise bu noktada billurlaşmaktadır. Harici beşeri müdahale dinin vahye dayalı mesajını ve hakikat muhtevasını değişikliğe uğratma çabasını sürdürürken hermönetiği geliştirir. Sonuçta hermönetik dini metinlerin tahrifini garanti altına alan sıkı yöntem fonksiyonunu görmeye başlar. Siz Müslüman ilahiyatçı olarak, Hıristiyan dini metinlere uygulanan ve metinleri beşerin müdahalelerine açık hale getiren bu yöntemi, yani hermönetiği İslami metinlere de uygulamaya başladığınızda, farkında olmaksızın ve zaman içinde kendi dininizi tahrif etmeye başlar, harici-beşeri müdahalelere açık hale getirmiş olursunuz.