Sayın Ali Bulaç,
Dünya Bülteni adlı internet sitesinde yer alan ve ancak bugün görebildiğim “28 milyon TL ve 500’er altın prim” başlıklı yazınızı büyük bir iştahla ve derin bir özlem duygusunu giderir şekilde okudum. Birkaç gündür eşim ve etrafımda yakın gördüğüm bazı arkadaşlarımla paylaştığım düşüncelerin yazınızda aynen karşılık bulması, duygularıma tercüman olması, beni ziyadesiyle mutlu etti. Doğrusu, genel itibariyle gerek medyada, gerek internetteki forum sayfalarında mezkur hadiseye yönelik yazılan ve söylenenlerin kaç gündür bende uyandırdığı şaşkınlık, üzüntü ve en önemlisi “biz nereye gidiyoruz böyle” kaygısı karşısında memlekette aklı selim sahiplerinin varlığını bilmek huzur veriyor.
Ne ilginçtir ki eşim ve yakın çevremle paylaşırken kullandığım tabir, tıpkı size e-posta yazan okurunuzun kullandığı gibi, eğer bu parada benim de bir hakkım varsa bunu haram ettiğim şeklindeydi. Esasen insanların ne kazandığı, ne kadar malvarlığı olduğu –çok şükür- bugüne kadar beni hiç ilgilendirir bir mesele olmamıştır. Helalinden kazandıktan sonra kimin ne kadar malvarlığı edindiği o kişinin aritmetiğini ilgilendiren bir sorundur, o kadar. Ne var ki gelir dağılımı bu denli çarpık olan, asgari ücretin 500 TL civarında bulunduğu bir ülkede, üstelik adalet, insan hakları vb. konularında en hassas olan bir gelenek ve inanca bağlı olduğunu ileri süren bir yönetici ekibinin, söz konusu çarpıklığı olanca açıklığıyla insanların gözüne sokarcasına a milli basketbol takımına prim verme çabası içine girmesi sağlıklı bir düşünceyle izah edilebilecek bir davranış olmasa gerektir.
Her halde bir ülkenin yöneticilerinin üzerinde hassasiyetle durması gereken konuların en önemlilerinden biri, toplumsal huzurun ve adalet düşüncesinin her daim sağlam ve törpülenmemiş kalmasını sağlamak olmalıdır diye düşünüyorum. Oysa salt kendi işini yapan ve bunun karşılığını zaten fazlasıyla alan ve esasen yaptığı işi şöyle dünyaya dışarıdan bakan bir kimse olarak değerlendirdiğinizde, yalnızca birkaç saatlik bir eğlence ve mutluluk hissiyatı verecek bir faaliyeti gerçekleştirmek olan birkaç kişiye, yine aynı toprağı paylaşan, her gün karnını doyurmak, barınmak gibi daha en temel ihtiyaçları giderebilmenin hesabıyla bocalayan milyonlarca kişinin 100 yıl çalışsalar elde edemeyecekleri bir malvarlığı değerini, son derece basit, sıradan bir şeymiş gibi ve o milyonlarca kişinin gözüne sokarcasına vermek nasıl bir anlayışın ürünüdür? Hele hele, medyaya yansıdığı kadarıyla, önce 1 milyon TL olan primi yeterli görmeyip, ganimetten bahşiş dağıtırcasına “Yetmez, memlekette milyonlarca insanın bir ömür kazanamayacağı bir para daha ekleyin, öyle verin bu çocuklara” tavrı nasıl bir tavırdır? Bu yöneticiler, yaptıkları her davranışın toplumda bir şekilde mutlaka karşılık bulacağını, olumlu her davranışın olumlu, olumsuzun da yine olumsuz bir davranış olarak geri döneceğini bilmezler mi? Bu davranış aynı zamanda topluma, “Gidin, topçu veya popçu olun, gerisi boştur” demek anlamına gelmiyor mu? Üstelik bunu “marifet iltifata tabidir” sözüyle bir de meşrulaştırmaya çalışmak neyin nesidir? Halbuki eminim sizin de çok iyi bildiğiniz o kıssada, hükümdar bir iğneyi kırk arşın öteden öteki iğnenin deliğinden geçiren kişiye hem bir kese altın, hem yüz sopa vurulmasını; 1 kese altının bu marifetin karşılığı, yüz sopanın ise böyle boş bir şeyle uğraşılmasının bedeli olduğunu söylemekteydi.
Şu durumda, insanları anlık biraz eğlendirmek dışında hiçbir faydası olmayan bir faaliyet karşısında bu kadar taltif etmek hangi inancın, düşüncenin, geleneğin bir parçasıdır, bilemiyorum. Aslında belki de en acı olanı bütün bunları, “Alimlerin kanı şehitlerin kanından daha kutsaldır” anlayışını taşıdığını iddia eden bir grubun, tamamiyle popülizmin şahikaya ulaştığı bir politika izleyerek yapmasıdır. Şu veya bu şekilde farklı bir görüş serdeden bir profesör söz konusu olunca “başında prof. yazan bir grup zevat” diye tüm ilim dünyasını basitleştirip yerden yere vuran, buna karşılık tüm marifeti içi havayla dolu bir meşinin bir fileyle buluşmasını sağlayan bir eğlenceyi milletin gururunu kabartan, onu yücelten bir iş olarak görerek biraz önce de söylediğim gibi, mühim olanın düşünmek, üretmek değil, topçu veya popçu olmak olduğunu ileri süren bir anlayış, inandığını ileri sürdüğü o yüce değerlerin hangisi anlamış ve hayatına uyarlamış olmaktadır?
Sayın Bulaç, şunu tekrar vurgulamak isterim ki kimin ne kadar malvarlığı olduğu hiçbir şekilde ilgimi çeken bir husus olmadığı gibi şahsen üniversitede bir öğretim üyesi olarak, ilim adamlarına daha çok değer verilmesi gerektiği yönünde bir talebim de hiçbir zaman olmadı. Çok şükür ki biraz başkaca emek sarf ederek ek kazanç elde edebilmek, böylece devletin verdiği burs niteliğindeki maaşa talim zorunluluğum olmadığından maddi yönden rahat bir hayat geçirmek imkanına sahip şanslı insanlardanım. Bunun dışında, bir kimsenin özellikle bu ülkede, yapacağı fikri çalışmaları esasen salt kendisini tatmin için yaptığını da çoktan öğrenmiş durumdayım. Ancak yine de, sanıyorum pek doğal ve insani olarak, en azından kendime hayat görüşü, paylaşılan inanç nedeniyle yakın bulduğum insanların bu denli duyarsız davranmalarını kolayca hazmedemiyorum. En hafif tabirlerle yozlaşma,
değerlerin unutulması, akıl tutulması olarak niteleyebileceğim bu tavrın her halde pek çok sebebi vardır. Fakat sanıyorum bu konudaki en temel sorunların başında, henüz bireyleşememiş, cemaatçi yapıdan kurtulamamış (buradaki cemaatçi yapıdan kastım, kuşkusuz, aynı grup içinde yer alan insanların aklını bağımsız düşünmek yerine, kendisine önder seçtiği kişinin cebine koyup o kişinin kendi yerine de düşündüğü kabul eden bir anlayışı benimsemesi, eleştiriyi tamamen fitne niteliğinde görmesidir) olmasından kaynaklanmaktadır. Halbuki adalet timsali Hz. Ömer’in karşısında o sahabi “Ey Ömer, yanlış yaparsan kılıcımla düzeltirim seni” dememiş miydi ve bugünün yönetenleri de güya bu inancı paylaşmıyorlar mıydı? Ne var ki, yazınızda da çok haklı olarak vurguladığınız gibi, zaten iktidar partisi kadar popülist davranamamanın sıkıntısı içindeki diğer muhalefet partilerinin bu tür bir davranış sergilemesi düşünülemezdi ama pekâla SP bunu dile getirmeliydi. Elbette bu haksızlığı en başta dile getirmesi gereken yine başta iktidarı elinde tutan ve her dem adaletten dem vuran kişiler olmalıydı. Ne yazık ki iktidar partisi içinden en küçük bir eleştiri gelmemesi ve konu hakkında tamamen suskun kalınması, daha da önemlisi bu olayın toplumsal huzur yönünden ne denli yanlış bir örnek oluşturabileceğinin dahi algılanamaması, sanıyorum birey olmak noktasında daha ne kadar yol yürümemiz gerektiğinin çok çarpıcı bir örneğidir.
Sayın Bulaç,
Sait Faik bir hikayesini şöyle bitirir: “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Değerli yazınız ile düşüncelerimi paylaşmama imkân sağladığınız için tekrar teşekkür ederim.
İyi çalışmalar dilerim,
A. Aydın