Hüseyin Aga / Robert Malley

Yıllardan beri dikkatler Filistin devletine, sınırlarına ve yetkilerine odaklanıyor. Fakat meselenin kalbi illa ki bir Filistin devletinin nasıl tarif edileceği değil. Bu İsrail devletinin nasıl tarif edileceği meselesi. İhtilafın kökenleri görmezden gelindiği sürece iki devlet de çözüm olmayacak

İki devletli çözüm kampı iki tövbekârı da buyur etti. Son haftalarda İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Hamas'ın siyasi büro şefi Halid Meşal uzun zamandır reddettikleri iki devletli çözümü artık benimsediklerini ima etti. Neredeyse herkesi kapsayan bu oybirliği, iki devletli çözümün anlamdan yoksun hale geldiğinin, güya çözeceği tartışmalı meselelerle bağını koparmış boş bir nakarat olduğunun bugüne kadarki en kesin işareti. Herkes 'evet' diyebiliyor, zira 'evet' demek artık pek bir anlam ifade etmiyor; 'hayır' demenin bedeliyse fazla ağır. İki devletli çözümün kabulü, İsrail-Filistin kavgasının başka araçlarla devam edeceğinin de sinyalini veriyor.

Herkesin tavizi ikaz dolu
Amerika'nın baskısına boyun eğen Netanyahu, Filistin devleti prensibini kabullendi, fakat ardından içini anlamlı bir egemenlikten arındırarak doldurdu. Özünde ve ufak tefek değişiklerle Netanyahu'nun tutumunun kendisinden önceki İsrailli liderlerden pek farkı yoktu. Ona göre bir Filistin devleti silahsızlandırılmalı ve sınırları veya hava sahası üzerinde kontrol sahibi olmamalıydı. Kudüs İsrail egemenliğinde kalacak ve hiçbir Filistinli mültecinin İsrail'e dönmesine izin verilmeyecekti. Vurgusu taviz vermeye değil, ikaz etmeye yönelikti. Netanyahu'nun da demeyi pek sevdiği üzere, isterseniz buna bir devlet diyebilirsiniz, fakat kiminle dalga geçiyorsunuz?
Hamas'a gelince, İsrail devletini tanımak daima bir tabu sayıldı ve hâlâ da öyle. Yakın zamana dek hareket İsrail'in fiili varlığına rıza gösterebileceğinin ve Batı Şeria'yla Gazze'de bir Filistin devleti kurmakla yetinebileceğinin işaretini vermişti. Bu hissiyat şimdi işaretten kesinliğe terfi etmiş durumda.
ABD Başkanı Barack Obama'nın haziranda Kahire'de yaptığı konuşma Hamas liderleri arasında beklentiyle kaygı karışımı bir hissiyatı tetikledi. ABD başkanı hareketi eleştirdi, fakat Hamas'tan terörizm kavramı eşliğinde söz etmekten kaçındı; temas kurma gerekliliğine dair nakaratları çarpılan bir kapıdan ziyade çatırdıyla da olsa aralanan bir kapıyı akla getiriyordu ve İslamcıların bazı Filistinlilerin desteğini aldığını teslim etmesi Amerikan standartlarına göre gönülsüzce, fakat müşfikti. Bütün bunlar umut verici, fakat aynı zamanda bir şeylerin habercisiydi; Hamas hareketi içinde, temel ilkelere ihanet etmeksizin uluslararası toplumun tecritinden nasıl kaçılacağı üzerine kafa yorulmasına yol açtı.
Bu kafa yorma sürecinin sonucu da Hamas'ın uluslararası alanda kabul edilmiş formüle (İsrail'in Batı Şeria ve Gazze'yi işgal ettiği 1967 öncesi sınırlar dahilinde bir Filistin devleti) bağlanacağı mesajı vermesi oldu. Hamas bu tavizine yığınla ikazı eklemeyi de ihmal etmedi: İsrail'in tamamen çekilmesini, Filistin'in tam egemenliğini ve mültecilerin haklarına riayet edilmesini talep etti. Bu çerçevede tavrı geleneksel Filistin yaklaşımlarından pek de farklı değildi.
Düello halindeki bu söylemler, Filistin devletinden çok daha derin ve ayrı bir şeye delalet ediyor. Netanyahu İsrail'in bir Yahudi devleti olarak tanınması gerektiğinin altını çiziyor - ve ihtilafın Batı Şeria veya Gazze'nin işgal edilmesinden önce başladığını hatırlatmış oluyor. Bunun karşılığında Filistinliler İsrail'i Yahudi devleti olarak tanımayı reddediyor, mültecilerin haklarında ısrar ediyor ve İsrail'in gerçek bir çözüm istiyorsa sırf devletten daha fazlasını vermek zorunda kalacağını söylemeyi sürdürüyor.
Uzun zamandan sonra ilk defa tanık olunan bu sözel alışveriş ihtilafı tarihsel köklerine geri döndürüyor, siyasi özünü damıtıyor ve ham duygusal çekirdeğine dokunuyor.
Üstü kapalı olarak iki taraf da, ihtilafın ancak işgalin ötesine, yani 1948'de ortaya çıkan sorunlara (Arapların yeni doğmuş Yahudi devletini reddetmesi ve Filistinli mültecilerin tehciri ve yerinden yurdundan edilmesi) bakarak çözülebileceğini aynı anda söylemiş oluyor.
Her iki tutum, kendi toplulukları içinde geniş destek buluyor. Pek az İsrailli, İsrail'in bir Yahudi devleti olarak tanınması ısrarına karşı çıkıyor. Bu ısrar, kökleri Yahudi devletinin tarihine uzanan derin bir arzuyu, yani atalarının toprakları üzerinde tam olarak tanınmış şekilde yaşama arzusunu barındırıyor; bunun için de Arapların İsrail'in meşruiyetini sorgulayıcı tutumunun, Filistinli mültecilerin dönüşünden duyulan korkunun ve İsrail'in Arap vatandaşları arasındaki ayrılıkçı hissiyatın sona ermesi gerekiyor.

'Yahudi devleti'ni tanımak zor
Bu talebi kesin bir ret tavrıyla karşılamayan Filistinlilerin sayısı daha da az; geçenlerde Beytüllahim'de yapılan Fetih kongresinde bu tavır teyit edildi. Filistinlilerin gözünde, İsrail'i Yahudi devleti olarak tanımak, kendi trajedilerinin müsebbibi olan Siyonist girişimi meşrulaştıracak.
Filistin ulusal mücadelesini en iyi ihtimalle anlamsız konuma, en kötü ihtimalle suçlu konumuna düşürecek. Geri dönüş hakkından bir gıdım taviz vermemeleri, 1948 savaşının adaletsiz bir yerinden etme furyasına yol açtığı ve mülteciler evlerine dönmeyi tercih etse de etmese de (veya buna izin verilse de verilmese de), bu doğal hakkın ellerinden asla alınamayacağı inancından kaynaklanıyor. Filistin Kurtuluş Örgütü'nde cisimleşen modern Filistin ulusal hareketi hepsinin ötesinde bir mülteci hareketi - liderliğini mülteciler yapıyor ve haliyle mültecilerin acısına odaklanıyor.
Bu standartlara bakıp ürkmek kolay. Temel vaadi işgali sona erdirip yaşayabilir bir Filistin devleti kurulmasının bu meseleyi çözüme kavuşturacağı olan bir barış sürecinin ruhuna aykırı düşen tutumlar bunlar. Fakat İsrail-Filistin çatışmasının kökenlerini hatırlamak, yeni bir savaş cephesi icat etmek değil. Kati surette ortadan kalkmamış eski bir çatışmayı yeniden gündeme getirmektir bu, zira güçlü taraflar bir süredir sanki böyle bir şey hiç olmamış gibi davranıyordu.
Son 20 yıldır ihtilafın kökenleri halının altına süpürüldü; Batı Şeria ve Gazze'deki 1967 sonrası toprak çekişmesinin daha dar çerçevesine sığdırıldıkça mücadele de gittikçe bastırıldı. İki aktör ve uluslararası toplum, her biri kendi gerekçeleri üzerinden savaşın en son ve en somut ifadesiyle uzlaşmayı üstü kapalı olarak kabul etti. Filistinliler atadan kalma topraklarının bir kısmı üzerinde nihayet otorite kullanmayı bir fırsat olarak gördü; İsrailliler kendilerini işgalin yüklerinden kurtarmak istedi; ve yabancı aktörler bunu en kolay, en düzgün çözüm saydı. Umulan, Batı Şeria ve Gazze'nin statüsünü halletmenin, işgal öncesine dayanan sorunları halletme zorunluluğunu bir şekilde ortadan kaldıracak olmasıydı.

Karşılıklı varoluş mücadelesi
İhtilafı çözmek yönündeki birçok girişimin başarısız olması endişe sebebi. Adeta taraflar ne zaman mevcut gerçeklikler üzerinden anlamlı bir uzlaşmaya doğru bir arpa boyu adım atsalar, geçmişin hayaletleri arasına geri dönülmez şekilde düşecekmiş gibi bir durum var ortada. Fakat bu ihtilafın kökenleri görmezden gelindiği takdirde, iki devlet gerçek bir çözüm olmayabilir. Toprakla ilgili nihai çözümün, 1967 sınırları dahilinde bulunacağı neredeyse kesin gibi. Sürdürülebilir olması içinse, 1948'den beri bırakılmış meselelerle de boğuşması gerekecek. İlk adım İsrailliler ve Filistinlilerin kalplerinde ve zihinlerindeki temel sorunun, pratik olduğu aşikâr bir çözümün ayrıntılarıyla ilgili olmadığını idrak etmek olacak. Bu, iki dünya görüşü arasındaki varoluşsal bir mücadele.
Yıllardan beri fiilen bütün dikkatler müstakbel bir Filistin devletine, onun sınırlarına ve yetkilerine odaklanıyor. İsrailliler Yahudi devletinin vazgeçilmezliğinden hiçbir taviz vermezken ve Filistinliler mültecilerin haklarını her fırsatta gündeme getirirken, meselenin kalbi illa ki bir Filistin devletinin nasıl tarif edileceği değil. Bu İsrail devletinin nasıl tarif edileceği meselesi. Zaten mesele bir bakıma hep buydu. (Yazar / Uluslararası Kriz Grubu Ortadoğu Programı'nın direktörü, 11 Ağustos 2009)

 

 

Kaynak: Radikal