Dünya yeni bir sürece girmiş  bulunmaktadır. Biz ormandaki tek tek ağaçlara bakıp ormanın bütününü  gözden kaçırırken gelişmeler bizi derin bir biçimde etkisi altına alıyor, dönüştürüyor. Yapmamız gereken güçlü bir fikre, keskin bir gözleme ve sağlam bir iradeye sahip olmaktır. Bunun için sağlam, güvenilir bir referans çerçevesine ihtiyacımız var.

Bölgede neredeyse bütün taşlar yerinden oynuyor; yeryüzü  ölçeğinde ideolojiler ve siyası rejimler büyük bir sarsıntı geçiriyor; bir takım hegomonik güçlerin arzuları ve stratejik hesapları doğrultusunda  siyasi haritalarda bir takım değişiklikler meydana getirilmek isteniyor. Söz konusu gelişmelere karşı Müslümanları içine alan daha kapsayıcı küresel konseptlerin geliştirilmesi gerekir.Kabul etmek lazım ki, yükseliş halinde görünen milliyetçilik olsa bile, asıl belirleyici ve dönüştürücü faktör küresel konseptlerdir. Küresel olana ancak küresel bir dille cevap verilebilir. Bu ise, ancak ümmetin, yani dinin diliyle mümkün olabilir; tek bir etnik grup veya milli devlet veya coğrafya veya mezhep bu işin içinden tek başına karlı çıkamaz. Bir devletin veya ülkenin kendi milli/ulusal çıkarlarını merkeze alıp küresel süreç içinde kendine yaraşır bir yer edinemez. Bütün bir ümmet, yeniden bir var oluş mücadelesine girer ve bu ortak bilinçle hareket edecek olursa, ancak o zaman bu sorunları aşabiliriz. Bütün İslam dünyasında belli bir uyanış var. İslam dünyasında sayısız enetelektüel bunun sağlıklı, isabetli bir analizini yapabiliyor. Önemli olan da, eylemden önce zihnin, olayları doğru bir zeminde görebilmesi ve resmi bu şekilde çizebilmesidir. 

Hangi yükseliş trendini gösterirse göstersin, milliyetçilik üç ana faktör dolayısıyla yeni küresel gelişmelere cevap veremiyor, hem ideolojik hem politik olarak derin bir zaaf geçiriyor. Modernliğin kendisi gibi, modernliğin ürünü olan kendisi de derin bir krizin içinden geçiyor:

Bunlardan biri, pozitivizmin çökmüş olması. Milliyetçiliğin temel felsefesi, 19. yüzyıl pozitivizminde ifadesini buluyordu.

İkincisi, sekülerlik beraberinde bir nihilizm üretmeye başladı. Batı şuanda bunun çarelerini aramaya çalışıyor.

Üçüncüsü, milliyetçi ideoloji -bizzat kendisini- toplumu modernleştirici bir formasyon olarak da görülüyordu; yeni kurulacak toplum ancak bu şekilde modernleşecekti. Oysa şu anda modernliğin kendisi bir krizin içine girmiş bulunuyor; dahası modernizasyon politikalarının ilânihaye Batı'yı ve Kuzeyli ülkeleri üstün ve avantajlı konumda tutmak üzerine inşa edildiği ortaya çıktı. Dolayısıyla Batı tarafından empoze edilen kalkınma, gelişme ve modernizasyon politikaları takip edildikçe Batı'yı -kıyamete kadar- üstte tutacak ve Batı-dışı toplumlar onların gerisinden gidecektir. İşte geldiğimiz noktada bu yakıcı gerçek yavaş yavaş görülmeye başlandı.

Söz konusu durum, aynı zamanda ulusalcı/milliyetçi ideolojilerin bir zaafını da ortaya çıkarmış oldu. Herkesin kolayca gözleyebileceği  üzere pratik düzeyde üç önemli nokta var:

1) Ulus içindeki farklı kimlikler, kendi kimliklerinin politik, kamusal ve kolektif haklar düzeyinde tanınmaları konularında ısrarlıdırlar. Öyle bir konsept bulmak zorundayız ki, bu farklı kimlikler -bir ulusal kimliğe dönüşmeden- büyük, kapsayıcı-kuşatıcı bir şemsiyenin altında kendilerini kamusal olarak ifade edebilmelidirler. Milliyetçi ideolojilerin buna verebilecekleri tatminkar bir cevapları yoktur.

2) Toplum içinde cemaatler ortaya çıkmış bulunuyor. 19. yüzyılda Alman sosyolog Ferdinand Tönnies, önce cemaatten cemiyete doğru bir gidiş olacağını; daha sonra cemiyetin tekrar cemaatlere bölüneceğini söylüyordu. 21. yüzyılın ilk yıllarında bunu artık gözlemlemeye başladık. Zira toplum tek başına ferd-i vahid olanı insanı güvenli bir biçimde barındırmaya yetmiyor. Postmodernizmin de etkisiyle toplum çözülüyor, "sivil" diyebileceğimiz cemaatlere, ara kademelere bölünüyor.

3) Dünyanın genel gidişine -makro düzeyde- baktığımız zaman evrensel, homojen bir devlet yapılanmasına doğru gittiğini, böyle bir yönelimin kendini bütün dünyaya empoze etmekte olduğunu görüyoruz. Bunun önemli belirtileri bölgesel entegrasyonların ortaya çıkmış olmasıdır. Bölgesel entegrasyonlar, ulusal yapıları dağıtıyor, yerine yeni büyük birimleri öne çıkarıyor.

Bütün bunlara biz, ancak ve ancak Müslümanlıkla cevap verebiliriz. Milliyetçiliğin, ulusal ideolojilerin, Türk-İslam sentezi düşüncelerin, İslamiyet'i Türklüğe, Araplığa, Farslığa veya Kürtlüğe indirgeyen spekülasyonların bu herkesi dağıtan, yutan, dönüştüren ve başkalaştıran gelişmelere verebileceği cevapları yoktur.

İleride dünya homojen bir devlete doğru giderse, kanaatime göre, birbiriyle çatışacak olan, temelinde vahiy olan İslam ile menşeinde dünya hayatının ve insanın nefsinin heva ve hevesinin merkeze alındığı  Batı sekülerizmi olacaktır. Ya sekülerizm ya da Ed Din bir dünya devleti kuracaktır.