Yüzbinlerce insanın cenaze namazına katıldığı rahmetli Necmettin Erbakan’ın vefatı dolayısıyla TSK  bir mesaj yayınladı. Dahası TSK adına cenazeye bir çelenk gönderildi ve TSK’yı temsil etmek üzere İstanbul 1. Ordu Komutanı Hayri Kıvrıkoğlu Fatih Camii’ne geldi.

     Bu ne anlama gelir?
      TSK’nın Erbakan Hoca’nın vefatına gösterdiği bu ilgi üç şekilde yorumlandı:
      1)Askerler yine siyaset yaptı. İki dönemdir iktidar olan ve önümüzdeki Haziran-2011 seçimlerini de kazanacağı belli olan R. Tayip Erdoğan’a karşı Necmettin Erbakan’a vurgu yaptılar, bu aslında Erbakan’ın şahsında  onun “millici” vasfına, bunun da üzerinden “ulusalcı”lığa göndermede bulunmaktı.
      2) Askerler, Necmettin Erbakan’ın değerini anlamış ve ona karşı 28 Şubat 1997’de postmodern darbe tertip etmek suretiyle haksızlık yaptıklarını kabul etmiş bulunmaktadırlar.
      3) Askerler, Türkiye’nin 12 Haziran 2007’den beri başlattığı Ergenekon darbe süreci ve yürüyen dava eşliğinde artık siyasete müdahale etmek istemediklerini, ‘darbe dönemleri’nin sona erdiğini ifade etmek istediler.
      Üzerinde durulmaya değer 1. ve 3. görüştür. Hangisinin daha doğru veya isabetli olduğunu belki önümüzdeki günlerde anlayacağız. Ama ben burada 1. görüş çerçevesinde dile getirilen Erbakan’ın “milli” ve “millici” vasfı konusu üzerinde durmak istiyorum, çünkü belli ki birçok insanın zihni bu konuda karışık.
      Belirtmek gerekir ki, rahmetli Necmettin Erbakan’ın sadece siyasette değil, gündelik hayatında, olaylara bakışında ve geleceğe ilişkin geliştirdiği ideallerinde referans çerçevesi İslam’dı, yani birinci derecede Kur’an ve Sünnet, sonra sahabe içtihadı, geleneksel fıkhi literatür ve tarihsel tecrübemizdi. Söz konusu referans çerçevesine ne kadar sadık kaldığı, günün siyasetini –stratejisi, taktikleri ve operasyonel vecheleriyle- bu çerçeveye tam olarak ne kadar oturtabildiği ayrı bir konudur. Bu alanda çok tartışma yapılmış, yazılıp çizilmiştir. Ancak Hoca’nın niyeti, iddiası ve davası İslam’dan başkası değildi. Buradan hareketle Erbakan’ın Milli Görüş çizgisinin şu üç esas üzerinde şekillendiğini söylemek mümkün:
      1) Dinini ciddiye alan insanın siyasi, toplumsal ve kamusal alanlarda görünür olması; siyaset yapar ve kendi ülkesinin iktidarına meşru (kanuni) yoldan talip olurken dinini, asli referanslarını gizlemeye, baskı altına almaya, varoluşsal referanslarını inkar etmeye zorlanmaması; buna kendisini mecbur edenlere karşı mücadele etmesi. Bu bir ölçüde sağlandı. Milli Görüş veya Türkiye İslamcılığının karakteristik özelliği, demokratik zeminde kalıp kanuni siyaset yolunu denemesi, seçimle iktidara –ve belediyelere- gelip yine seçimle gitmeyi benimsemesi. Bu Türkiye İslamcılığını kesin ve açık bir biçimde şiddet, terör veya radikal yöntemlerle arasında mesafe koymasını sağlamıştır.
        2) Bütün heterojen yapısı ve çoğulluğuyla “toplumsal merkez”in sosyal, kültürel, ticari, ekonomik ve politik varlığının bürokratik merkeze; siyasete, bürokrasiye ve kamu bütçesine el koyan küçük bir zümreye, imtiyazlı bir azınlığa karşı savunulması. Türkiye özelinde Anadolu’yu, geniş yoksul kesimleri ve orta sınıfıyla İstanbul’u ve Trakya’yı Ankara’nın bürokratik merkezine, geleneksel sistemin sert çekirdeğine karşı Milli Görüş ve ondan türeyen partiler savunmaktadır.  
       3) Türkiye’nin aktif rol alıp inisiyatif sahibi olduğu bölgesel entegrasyonun gerçekleştirilmesi. Erbakan’ın terminolojisinde bunun adı İslam Birliği, ilk büyük adımı D-8’lerdir. Bu 150 sene öncesine dayanan değişmez bir idealdir. Buna “İttihad-ı İslam” veya “İttihad-ı anasır-ı İslam” adını veriyoruz.
       Bu üç değişmez ideal İslam’ın asli hedefleridir. Belki Erbakan Hoca “Türkiye’nin liderliğinde İslam Birliği” düşünüyordu, bu, birçok Müslüman cemaat ve grubun bilinç altında yatar ve bu, bir yönüyle bu düşüncede olanları bir parça “milli” yapar.
       Kişisel olarak ben bunun hem İslami bakımdan doğru olmadığını, hem gerçekleşme şansı bulunmadığını düşünüyorum. Benim kanaatime göre Müslüman dünya, başlangıçta Türkiye, İran ve Mısır’ın önayak olması ve aralarında geliştirecekleri işbirliğiyle bir bölgesel entegrasyona doğru gidecek, diğer ülkeler de bu çekirdek ülkeleri takip edecektir. Fakat böyle bir birliğin ne özel bir milli devleti, ne bir mezhep grubu veya bölgesi patronajı olmayacaktır. Ortaya çıkması gereken ve beklenen şanı yüce Allah’ın “Bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir” buyurduğu “İslam ümmeti”dir. Bu ümmette ulus devletlere, ırkların, kavimlerin, mezheplerin üstünlüğüne yer yoktur.
       Bu üç noktayı ana ideal kabul edecek olursak, günün şartlarına göre takip edilen politikaların, strateji, taktik ve yöntemlerin, kavram ve sloganların değiştiğini görüyoruz. Bunlar şeylerin arazıdır, cevheri değildir. Nitekim mesela 1998’de “İslamcılık bitti” dediğimizde, kast ettiğimiz arazda ortaya çıkan ve dönemsel hareket ve politikalara bağlı olan gelip geçici retorikler, politikalar ve yöntemlerdir. Yoksa İslam gibi İslamcılığın da idealleri, davası ve iddiası sona ermez. Yine FP’den AK Parti’nin, SP’den HAS Parti’nin kopmasıyla “Milli Görüş bitti” dendiğinde, bittiği söylenen 1969’dan beri bu hareketi var kılan ana idealler, yani İslamcılığın ruhu ve asli cevheri değil, o güne ait politikalar, yaklaşımlar, retorikler ve siyaset yöntemleridir.
       Bu elbette, yöntemin içeriği dönüştürme gücüne sahip olmadığını veya usulün esastan önemsiz olduğu fikrini telkin etmez. Aksine esas kadar usul önemlidir, nitekim Fıkıh usulünde şöyle denmiştir: “Usul esasa takaddüm eder.” Belki de bütün saf ideallerimize, temiz niyetimize rağmen başarısızlığa uğramamızın sebebi usulü yeterince önemsemememiz, yani doğru bir usul takip etmememizdir. Ancak bu niyet ve ideallerin safiyetine halel getirmez.
      Benim nazarımda Necmettin Erbakan Hoca ve onun başlattığı “Milli Görüş çizgisi” “millici” değildi, “İslamcı ve ümmetçi” idi. “Milli” sıfatını yasal, yani zorlayıcı hukuki mevzuat dolayısıyla “dini” olanın yerine ikame ederek kullanıyordu. Şartlar müsait olsaydı “İslami görüş” derdi. (Dünya Bülteni, 4 Mart 2011.)