Güvenilir tefsir kaynaklarında En’am suresinin 26. ayetinin Hz. Peygamber (sav)’in amcası Ebu Talip hakkında indiği belirtilir. Ayet-i kerime şöyle:

“Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar. Onlar, yalnızca kendi nefislerinden başkasını yıkıma uğratmazlar ama şuurunda değildirler”.

Ayetin nüzul sebebi ve işaret ettiği anlam çerçevesine dikkatlice baktığımızda bugün bizim pek farkında olmadığımız bir durumumuzla ilgili önemli bir hüküm getirdiğini söyleyebiliriz.

“ Alıkoymak veya en¬gellemek” uzak kalmak, uzaklık demektir. “Kur’an’ın tercümanı” ünvanını almaya hak kazanmış bulunan İbn Abbas ve El Hasen’e göre söz konusu buyruk bütün inkarcılar için genel bir hüküm ifade eder. Yani inkarcılar, insanları veya inanma eğilimi olanları Hz. Muhammed (sav)'a tabi olmaktan alı¬koydukları gibi, kendileri de ondan uzak dururlar.

Ancak bu hükmün sadece Ebu Talib’le ilgili olduğunu söyleyenler de vardır. Eğer öyle ise, burada tam bir paradoks olduğu söylenebilir. Zaten inançsızlık veya inkar bir yönüyle insan ruhunun içinden çıkamadığı paradoksla ilgilidir.

Bilindiği üzere Ebu Talib, Hz. Peygamber (sav)'i Mekke müşriklerinin eziyet ve saldırılarına karşı korumakla birlikte ona iman etmekten uzak dururdu.

Siyer bilginlerinin rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (sav) bir gün Ka’be'ye çıkıp namaz kılmak istemişti. Namaza başladığında Ebu Cehil, şöyle dedi: “-Kim kalkar da bu adamın namazına engel olur?”  İbnü'l-Zi'bârî kalkıp pislik ve kan alarak Hz. Peygamber (sav)’in mübarek yüzünü kirletti, Hz. Peygamber (sav) namazını bırakıp am¬cası Ebu Talib'in yanına gitti ve: “-Amcacığım bana ne yapıldığını görmüyor musun?” şeklinde şikayette bulundu. Ebu Talib: “-Bunu kim yaptı?” diye sorunca, o da Abdullah b, ez-Zibârî’yi söyledi. Ebu Talib ayağa kalktı, kılıcını omuzuna alarak Hz. Peygamberle birlikte yola koyuldu. Ebu Cehil ve avanesinin yanına vardı. Ebu Talib'in geldiğini görünce kalkıp gitmek istediler. Ebu Talib tehditkar bir sesle:  “-Allah'a yemin ederim eğer ara¬nızdan birisi kalkıp gidecek olursa, şu kılıcımla ona bir darbe indiririm”. Bu¬nun üzerine oturdular. Yanlarına varıp şöyle dedi. “-Evladım sana bu işi kim yaptı”. Hz. Peygamber, Abdullah b. ez-Zİ'barî’yi işaret edince Ebu Taüb aynı şe¬kilde bir pislik ve kan alıp hepsinin yüzlerini, sakallarım, elbise¬lerini kirletti, ağır söz söyledi. Bunun üzerine En’am suresinin 20. ayeti indi "Onlar, hem ondan alıkoyarlar, hem kendileri kaçarlar” âyeti indi.  

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu. “-Amcacığım senin hakkında bir âyet indi”. O “-Hangisidir?” deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “-Sen Kureyş'in bana eziyet vermesine engel oluyorsun ama,  kendin ba¬na iman etmekten yüz çeviriyorsun”. Ebu Talib şöyle dedi:

"-Allah'a andolsun ki, birlik olsalar bile sana asla ulaşamazlar
Ben toprağa gömülüp yatırılmadığım sürece.
Sen kendi işini açıkça tebliğ et.
Bundan dolayı hiçbir şekilde zelil olmayacaksın.
Müjde olsun bu sana ve gözün aydın olgun.
Beni de (dinine) davet ettin.
Bana öğüt verdiğin kanaatiyle.
Andolsun ki, doğru söylüyorsun, önceden de emin idin sen.
Öyle bir din sundun, ben de biliyorum ki o,
İnsanların kabul ettikleri dinlerin en hayırlısıdır.
Şayet kınanmaktan yahut da bana kötü söz söylenmesinden çekinmemiş olsaydım.
Hiç şüphesiz bu işe gönül hoşluğuyla ve sağlam bir kanaat ile bağlandığımı görecektin."

Hz. Peygamber (sav) bu olayı nakledince sahabeler sordu: “-Peki ey Allah'ın Rasulü! Ebu Talib'in bu şekilde destek vermesinin kendisine bir faydası olacak mı?” Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "-Evet. O, bu desteği dolayısıyla bukağılara vurulmaktan, şeytanlarla birlikte zincirlenmek¬ten kurtuldu. Yılan ve akreplerin bulunduğu kuyuya girmeyecek. Onun göreceği azap ayaklarına geçireceği ateşten iki ayakkabı ile olacaktır. Bun¬lardan dolayı başında beyni kaynayacaktır. Böylesi cehennem halkı arasında azabı en hafif olanıdır."

Tabii ki Hz. Peygamber, kendisini koruyan amcasının bu durumuna üzülüyordu. Şanı yüce Allah ona: "Peygamberlerden azim sa¬hibi olanlar gibi sen de sabret" (46/Ahkâf, 35) buyruğunu indirdi.

Müslim'in Sahih'inde de Ebu Hureyre'den şöyle dediği kaydedilmektedir: “Rasulullah (sav) amcasına: "-‘Lailahe İllallah’ de, kıyamet gününde bununla se¬nin lehine şahitlik edeyim" demiş, kendisi şu cevabı vermiş: “Şayet Kureyş beni ayıplayarak: Onu bunu söylemeye iten ölüm korkusudur demeyecek olsalardı, elbette bu sözü söyler, gözünün aydın olmasını sağlar¬dım.” Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphesiz ki sen sevdiklerini hidayete er¬diremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet eder" (el-Kasas, 28/56.) buyru¬ğunu indirdi. (Müslim, İman 41, 42; Tirmizî, Tefsir 28; Müsned, II, 434, 441.)

Yine Müslim'in Sahih’inde İbn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmektedir: “Ra¬sulullah (sav) buyurdu kî; "Cehennemlikler arasında azabı en hafif olan Ebu Talib'tir. Ona cehennem ateşinden iki (tek) ayakkabı giydirilmiş olacak ki, bunlardan ötürü  beyni kaynayacaktır."( Müslim, İman 362; Müsned, I, 290, 295.)

Acaba Ebu Talib neden inanmadı ya da Hz. Peygamber çok arzu etmesine, hatta ısrar etmesine rağmen bir türlü “Kelime-i şehadeti” ikrar etmedi?

Akla birkaç sebep gelmektedir:
1) Hidayet Allah’tandır. Bir peygamber dahi olsa, insanlar ne kadar arzu ederse etsinler insanları hidayete erdiremezler. Hz. Peygamber, hidayet üzere yola girmesi için amcası için bunu çok istedi, üzüldü, neredeyse kendini harap edecekti. Bundan bizim de çıkarmamız gereken bir ders var. Kimseyi zorla hidayete erdiremeyiz, yani vicdanlar, kalpler üzerinde baskı kuramayız. Dinde, din seçiminde zor ve baskı kullanmak yoktur (2/Bakara, 256.) En yakınlarımız, çoluk çocuğumuz olsa dahi bazen gözümüz önünde sapkın yola girebilirler. Hz. Nuh, oğlunu ikna edememişti.

2) Ebu Talip, yeğeni Hz. Peygamber’in tebliğ ve davasının hak olduğunu biliyordu. Fakat bu bilgi onda, kalbinde imana dönüşmüyordu. İmana dönüşmeyen bilginin insanın tutum ve davranışları, bireysel ve toplumsal hayatı üzerinde değiştirici bir etkisi olamaz. Aslolan kalbin reform geçirmesidir. Kalbte reform yaşanırsa davranışlar da değişir.

3) Ebu Talib, yeğenini kabile veya aile asabiyetiyle koruyor, düşmanlarına karşı kalkan görevini yerine getiriyordu. Çünkü içlerinden peygamber çıkmış biri başarısız olacak veya öldürülecek olsaydı, bu kabilenin şan ve şerefinin ayaklar altına alınmasına yol açabilirdi. Nitekim Ebu Cehil’in “Allah adına” yemin ederek niçin Hz. Peygamber’in risaletini tasdik etmediğini belirttiği konuşmasında, “iki aile arasındaki ezeli rekabet”e işaret etmişti.

4) Ebu Talib, hayli gururlu bir insandı. Yukarıda geçtiği üzere “ölüm ve ahiret korkusu” dolayısıyla inandığını açığa vurması onun gururunu kıracaktı. Arap kadınları onu kınayacak, ayıplayacaktı. Nitekim ölüm yatağında tam Kelime-i şehadeti getirecekken, Ebu Cehil araya girip “Abdulmuttalib’in dininden vaz mı geçeceksin. Vallahi, Arap kadınları sana gülecetir” deyip onu vazgeçirdi. Bazen gurur ve kibir, insanı hakikatten ve hidayetten alıkoyabilir.

Bütün bunların dışında altını çizmemiz gereken husus şudur: Birinin Müslümanlara kişisel yararı, desteği ne kadar dokunmuşsa olursa olsun; vatana, millete, kamuya hizmeti ve katkısı sağlanmış olursa olsun, ölümünden sonra “rahmet”le anılamaz. Maalesef bu konuda öylesine aldırışsızlık, hassasiyetsizlik yaşanıyor ki, dindarlığıyla bilinen insanlar bile olur olmaz herkesi “Merhum, rahmetli” deyip anıyorlar. Bunun dinen caiz olmadığını, herkesi kendi inancı ve ameliyle anmanın daha doğru olduğunu belirtmek gerekir.