Geçenlerde Muğla'da, 'Toplum Liderlerini Teşkilatlandırma' projesi kapsamında imamlara ve kadın din görevlilerine deprem ve zararlarının nasıl azaltılacağı konusunda seminer verildi. Basından izleyebildiğimiz kadarıyla (Radikal, 6 Mayıs 2009) ilçe müftüleriyle birlikte 15'i kadın 60'ı erkek toplam 75 din görevlisinin izlediği seminerde konuşan Diyanet İşleri Başkanlığı İç Denetçisi Doç.Dr. İsmail Karagöz, depremin "Allah'ın insanların sabrını sınadığı bir imtihan olduğu"nu söylemiş.  Prof.Dr. Ahmet Mete Işıkara ise bu görüşe anında tepki göstererek deprmemin "Allah'ın bir imtihanı olmadığını, yeryüzü hareketi olduğunu" kaydetmiş.

Bu iki görüş arasındaki farkın bir değerlendirmesini yapmak lazım. Önce Karagöz'ün ne dediğine bakalım: "Allah insanları sürekli imtihan eder. Bu imtihan sonucunda sabredenler Allah katında yücelir. Allah onların günahlarını siler. Hayır ve şer Allah'tan geliyor. Allah bazı toplumları doğal afetlerle imtihan eder. Deprem de Allah'ın insanların sabrını sınadığı bir imtihandır. Olağanüstü hallerde insani boyut değil ilahi boyut ön planda tutulmalı. İnsanlara sabretmeyi öğretmeliyiz. Deprem sonrasında sabrederek zararlarından kurtuluruz. Doğal afet geçiren birine neden bu hatayı yaptığını sormak yerine Allah'a yönlendirmeliyiz"

Depremin bir imtihan olmadığını belirten Prof.Dr. Ahmet Mete Işıkara ise şunları söylüyor: "Deprem Allah'ın takdiri, gazabı ve imtihanı değil. Bu yeryüzü hareketidir. Tektonik hareketlerin ve kırılmaların bir nedenidir. Allah çok merhamet edicidir, çok bağışlayıcıdır. Bu ayetlerde açıkça belirtilmiştir. Depremler kesinlikle bir imtihan değildir. Fakat depremleri bir ders olarak görüyorum. Önce tedbirini al sonra tevekkül getir. Biz önce topluma depremden korunma bilinci vermeliyiz. Bu konuda toplumun büyük kesimiyle iç içe olan din görevlilerimize büyük görev düşüyor".

Bu arada söz konusu bilgilendirme seminerinin düzenlenmesinde katkıları olan Türk Kızılayı Muğla Şube Başkanı Bülent Karakuş, afet zararlarını en aza indirmekte, din görevlilerimize büyük görevler düştüğünü söylüyor.

Kızılay yetkilisinin söylediklerinden başlamak gerekirse, Karakuş'un söyledikleri yerinde. Tabii ki deprem vb. afetlerde ortaya çıkan zararların en aza indirilmesinde "din görevlileri"nin etkisi inkar edilemez. Afetlerin mahiyeti hakkında halkı doğru yönde bilgilendirme dışında, afetler sonrasında insanların hem bireysel hem toplumsal olarak da hayata tutunmaları, afeti metanetle karşılamaları konularında eğitebilirler. Karagöz'ün de yapmaya çalıştığı bu olmuştur. İslam bakış açısından, kişinin karşı karşıya kaldığı zorluk, musibet ve sıkıntıların tamamı bir imtihan aracıdır. Hastalık dahi insanın zorluklar karşısında nasıl bir tutum takınacağını ortaya koymaya yarayan bir musebettir. Allah hastalığı yaratmış, tedavisini de halketmiştir; ama elbette kimse hastalığa yakalanmak istemez. Yakalandığında, sabreder ve gerekli tedbirleri aldıktan sonra –öncelikle tabii ki uzmanı bir hekime gider- Allah'tan şifa niyaz eder. Dua şifa beklentisinin en etkili araçlarından biridir.

İnsanın bireysel musibeti olan hastalık gibi, toplumların da uğradıkları birtakım musibetler vardır. Biz bunlara genel anlamda 'afet' adını veriyoruz. Nasıl çeşitli hastalıklara yol açan bir takım sebepler varsa –mesela tifo hastalığı veya kolera hastalığının mikroba bağlı ortaya çıkması gibi- afetlere de yol açan maddi sebepler vardır. Bunlar ya iradi veya gayr-ı iradidir. Mesela biri evini bir dere yatağında inşa etmişse, birkaç saat yağacak sağnak yağmurdan sonra evini sel basabilir. Bu ilahi sünnettir. İradi olmayan afetlerin başında da depremler gelir. Yer hareketleri sonucunda meydana gelen depremler büyüklüğüne göre can ve mala zarar verirler. İnsanın deprem karşısında alabileceği yegane maddi tedbir fay hattı üzerinde ev yapmaması ve nerede yapmış olursa olsun, arazinin yapısına göre dayanıklı inşa etmesidir. Buna rağmen vuku bulacak bir depremde zarara uğrarsa, isyan etmeyecek, Rabbi'nin onu sınadığını düşünecek, sabredip hayata tutunmaya çalışacak.

Mete Işıkara'nın bakışındaki temel hata şu ki, varlığın bütünüyle Allah'ın kudret elinde olduğunu unutup "deprem Allah'ın takdiri, gazabı ve imtihanı değildir. Bu yeryüzü hareketidir. Tektonik hareketlerin ve kırılmaların bir nedenidir" demesidir. Gerçi konuşmasının devamında "Allah'ın merhameti"nden bahsediyor, ama Aristoculuk'tan bu yana süren katı bir determinizmden hareketle, yer hareketlerini, dolayısıyla yeryüzünü ve maddi tabiatı Allah'ın müdahalesine karşı özerkleştiriyor. Mete Işıkara'yı yanılgıya sevkeden sebep sadece maddi kadercilik olan determinizm değil, bilimsel olarak tabiat olaylarının "nasıl" cereyan ettiğini açıklarken, olayların arkasındaki "neden" sorusunu önemsiz sayması, başka bir deyişle "nedensellik ilişkisi"ni kaale almamasıdır. Halbuki, her ikisi telif edilebilir, yani bir yandan olayların "nasıl" vuku buldukları açıklanırken –bu tedbir alanını teşkil eder ve bu alanda insan çok sayıda maddi tedbir almakla yükümlüdür-, diğer yandan olayların "neden/niçin" vuku bulduğu üzerinde düşünür, hikmetlerini araştırır ki, bu onun kendi yapıp ettikleri dolayısıyla hangi günah ve kusura düştüğü konusuna yöneltir. Bunu yaparken de hem ders çıkarır, nefsini ve hayat tarzını ıslah eder, hem ilahi takdire boyun eğip tevekkül eder, isyan etmez imtihanı kazanır.

Tedbir ve takdir biri diğerine karşıt iki gerçeklik değildir. İkisini karşıt kutuplara yerleştirmek bir yanılsamadır. (Dünya Bülteni, 11 Mayıs 2009.)