İslam dünyasında devletin karşısında kilise bulunmaması ve devletin adeta kurumsal boşluk içine düşmemek için dinin kendisine karşı bir söyleme yönelmesinin demokratikleşme sürecine olumsuz etkileri zannedildiğinden de çok derindir. Özellikle 1990'ların ortalarından itibaren AB sürecinin önündeki en önemli engellerin başında bu gelmektedir. Türk modernleşmesi sonuç itibariyle "muasır (çağdaş) medeniyet seviyesi"nin yakalanması ise -ki Mustafa Kemal böyle tanımlamıştır-, bu söz konusu laiklik telakkisi çağdaş medeniyet idealini geçersiz, çağdaş medeniyetin neredeyse, en hayati kurumlarını işlevsiz hale getirmektedir. Çünkü bugün çağdaş medeniyet dediğimiz şey, sinai kalkınma, futbol stadyumları, büyük havaalanları, limanlar, otoyollar, otobanlar değil; insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, bireyin temel hak ve özgürlüklerin korunması, azınlık hakları, farklılıkların tanınması, çoğulcu demokrasi, katılım, yönetilenlerin karar süreçleri üzerindeki etkisi ve hukukun üstünlüğü ilkesidir. Fakat Türkiye'de devletin laikliği bu kavramsal çerçevede ele alması, bu ideallerle devletin arasının derin bir şekilde açılmasına sebep oluyor.

Bunun iki önemli sonucu var: Kanaatime göre bunlardan biri, devletin kaçınılmaz olarak dine karşı bir tutum içinde olması, bir ideolojinin yüceltilmesine dayanması ve bu ideolojiyi de yine kaçınılmaz bir şekilde pozitivist hatta metaryalist kılmasıdır. Son yıllarda geliştirilen "laikçilik (laisizm)" Türk elitlerin laiklik anlayışlarını iyi ifade eden bir kavramdır.

Bunu 1937'de ilk defa dile getiren dönemin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya'dır. Malatya Milletvekili İsmet İnönü ve üç arkadaşı laikliğin anayasada yer alması için bir kanun teklifinde bulunuyorlar. Kanun teklifi Mecliste görüşüldüğünde, Şükrü Kaya hükümet adına görüşlerine beyan ederken şöyle diyor: "Bu memleket kahinlerin ve gayri mesullerin vicdanları amil olmasından ve devlet ve milllet işlerini görmesinden çok zarar görmüştür. Mademki tarihte deterministiz, madem ki icraatta maddiyatçıyız, materyalistiz, o halde kendi kanunlarımızı kendimiz yapmalıyız. Bizim istediğimiz hürriyet laiklikten maksadımız dinin memleket işlerine tesir ve amir olmamasını temin etmektir. Bizde laikçiliğin çerçevesi ve hududu budur. Biz istiyoruz ki dinler vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işlerine karışmasın, karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız" diyor.

1937 yılının İçişleri Bakanı "determinist ve materyalist" olduklarından söz ediyor. Devlete de "laiklik" üzerinden topluma determinizmi ve materyalizmi empoze etme misyonunu yüklüyor.

Bu kuşkusuz en azından bugünün geçerli telakkisi açısından anakronik bir burumdur. Kamu işlerini üstlenmiş bulunan bir devletin 150 sene önce, belki tarihsel sebepler dolayısıyla formüle ettiği bir modernleşme anlayışı dolayısıyla kendini determinist, pozitivist ve materyalist olarak tanımlaması ve dine karşı bir tutum içinde görmek zorunda kalması çok ilginç bir durumdur; bu durum 20. yüzyıl boyunca ve bugünde yaşamakta olduğumuz gerilimin ana sebepleri arasında yer almaktadır.

Elbette iş bununla bitmiyor. Kaçınılmaz olarak dine müdahale ve dini tanımlama gibi sonuçlara da yol açıyor. Türkiye'de dinin siyasallaşması veya İslamiyet'in siyasallaşmasının başta gelen sebeplerinden biri, devletin dine müdahale etmesi, insanların neye inanacaklarına ve nasıl yaşamaları gerektiğine kendisin karar vermeye kalkışmasıdır. Devlet bir yandan yurttaşlara nasıl bir dine inanmaları gerektiğini öğretmeye kalkışır, öte yandan ideolojik modernleştirmeci misyonu dolayısıyla da dini bireyin, toplumun ve kamusal hayatın bütününden temizlemeye çalışır. Mesala Refah Partisi (RP)’nin kapatılma gerekçesini okuduğumuz zaman, bu son misyonun olduğu gibi tekrarlandığını görüyoruz. Gerekçede açık bir şekilde dinin, bireyin ve toplumun hayatından tasfiye edilmesi gerektiği, eğitimin hiç bir şekilde dinle ilişkili olamayacağı, hatta aile hayatının ve aile ilişkilerinin de dinden uzak tutulması gerektiği belirtilmektedir.

Bu olgu, devleti "ebediyyen" otoriter ve totaliter –üstelik dinle ve dindar insanla çatışma halinde- gerilimli bir niteliğe sokuyor; gerektiğinde bu konseptin "bin yıl süreceği"nden bahsediliyor. Dolayısıyla bugünkü sorunumuz, dinin devletle ilgili sorunu değildir. Dindarların "devletin tabii bir tutumu olarak laiklik"e itirazları yoktur. Devlet tabii bir tutuma sahip olarak din ve vicdan özgürlüğünü hukukun teminatı altına almalı; bütün dinler, mezhepler ve inançlar karşısında eşit mesafede durmalı; bir inancın veya inanç grubunun, mezhebin diğer inançlar ve inanç grupları üzerinde tahakküm kurmasının önüne geçmeli; ve fakat bütün inançların kamusal alanda görünür olmasına, 'çokluk içinde birlik' ilkesine göre bir arada yaşamalarına engel olmamalıdır. Türkiye'de dindarlar bu çerçevedeki laikliği arzu etmektedirler.

saca sorun devletin demokrasiyle ve modern dünyanın ve toplumun geldiği noktayı doğru algılayıp algılamamasıyla ilgili bir sorundur.