14 Mart'la başlayan belirsizlik döneminin çarpıcı özelliklerinden biri, kapatma davasıyla beraber farklı zeminlerde yürüyen yoğun tartışmalar vesilesiyle, siyasal ve toplumsal muhalefetimizin yürekler acısı durumunun daha açık bir şekilde gözler önüne serilmesi oldu.
Söz konusu muhalefetin Türkiye'nin büyük konuları üzerine uygulanabilir programlar önerme yeteneğinin güçlü olmadığını zaten biliyorduk. Bu zaafın sadece bir muhalefet taktiği değil yapısal bozukluktan kaynaklandığı, hak ve özgürlüklerin genişletilmesine ilişkin her açılıma direndiklerinde; küreselleşmeye karşı slogan dışında bir öneri ve eylem üretemediklerinde; her yapısal reformu sadece büyük bir muhalefet fırsatı olarak gördüklerinde; Kıbrıs'ta çözümsüzlüğe yapışmaya devam ettiklerinde; veya, AB'ye karşı algılama bozukluğundan kaynaklanan ikircikli tutumlarında, belli oluyordu.
Mesela yakın dönemde yaşadığımız ve eğer küçük yanlışlar yapılsa bile hayati kırılmalara yol açabilecek Kuzey Irak sorunu idi. Uluslararası meşruiyet zemininde kalmanın, askerî ve siyasî başarının anahtarı, hedefin kesinlikle komşu ülke topraklarını saldırı üssü olarak kullanan terör örgütü ile sınırlı tutulması idi. İşin can damarı buydu. Tam da öyle yapıldı, Türkiye gerçekten kritik bir eşiği başarıyla geçti, bölgede bugünkü güçlü pozisyonunu yakaladı. Hâlâ bir fırsat çıksa da Kuzey Irak'ı ilhak etsek beklentisi içinde yaşayan muhalefetimiz ise, Talabani ve Barzani güçlerinin, hatta ABD'nin hedefe alınmasını istedi ısrarla. Konu Meclis'te görüşülürken, bölgede Türkiye'ye dönük tehdidin PKK, Barzani yönetimi ve ABD'den oluştuğunu ileri süren resmi muhalefet sözcüsünün analizi şöyleydi (1) : "Sayın Başbakan... muhtemel sınır ötesi harekâtın hedefinin 'sadece ve sadece terör örgütü' olduğu hususu(nu söyledi)... (karşı) yorumlarımız var... Harekâtın temel hedefi, sadece yakalayabildiğiniz PKK'lıları etkisiz hâle getirmek değildir... iş bununla bitmiyor... harekâtın... ana hedefi, terörü himaye eden devletleri ve mihrakları, terörü destekleyemez hâle getirmek (olmalı)... PKK'yı himaye eden Kuzey Irak'taki siyasi otoriteye bu himayenin çok ağır bir bedeli olacağını göstermek (gerekir)... bir de Amerika faktörü var... hâlihazır politikasını uygulamakta ısrarlı olması hâlinde, bunun Amerika için kapsamlı ve ciddi bir bedeli olacağı (gösterilmeli)..." Kısaca muhalefet, Türkiye'nin Kuzey Irak batağında intihar etmesini öneriyordu.
Şimdi yaşadığımız tartışma döneminde muhalefetimizin fikir ve ideoloji düzleminde de ne denli sığ olduğu ortaya çıkıyor. Muhafazakarlık, liberalizm, sosyal demokrasi, Marksizm dahil bütün siyasi akımlar, insanlığın binlerce yıllık serüveninden süzülerek gelmiş özgürlük, eşitlik, demokrasi gibi evrensel değerleri mantıki tutarlılık ve değişik felsefi perspektifler içinde yeniden yorumlamaya çalışmış, tercihlerini öyle bir çerçevede ortaya koymuştur. Buna karşılık bizim, ideolojik meşruiyet arama ihtiyacı duymayan, hangi temel değerlere sadakat içinde olduğu belirsiz, eylemlerini o temel değerlerle veya onların yeniden yorumlanmasıyla ilişkilendirmek gibi ahlaki kaygılar duymayan bir muhalefetimiz var. Üstelik dilediği zaman açık, dilediği zaman örtülü darbe çağrıları yapmaktan da hiç sıkılmıyorlar.
Mevcut muhalefeti bize özgü 1930'ların tek parti döneminin egemen ideolojisinin uzantısı ve o nedenle bir anakronizm (çağına uymayan) olarak görmenin yeterli olduğunu sanmıyorum. Çünkü tek parti döneminin yanlışları bütün vahametine rağmen, fikri muhasebesini yapmış ve seçilen yolun ima ettiği pratik ve ideolojik açmazların farkında olan, uluslararası koşulları olabildiğince doğru dikkate almaya çalışan bir kadronun tercihlerinin sonucuydu. Çok partili demokrasiye geçişte bu bilincin önemli etkisi oldu. O nedenle, mevcut muhalefetimizi bir anakronizm olmaktan çok, bir siyasi anomali (sapkınlık) olarak görmek herhalde daha doğru olacaktır.
Demokrasi, laiklik, özgür irade ve çoğunluk diktatörlüğü gibi siyaset felsefesinin temel kavramlarını dilediği gibi eğip bükmeye, keyfi kalıplar içine sıkıştırmaya çalışan bir muhalefetimiz var. Bu yoksulluğun derinliğini anlamaya yardımcı olacak şeylerden biri, günlük somut olaylar çerçevesinde yürütülen muhalefetin kendisi için uygun bulduğu düzey: Kadehte içki satışı yasaklandı gibi sahte ve şişirilmiş haberler, dış basından yapılan bilinçli çarpıtmalar, başlarını değişik şekillerde örten kadınların fotoğrafları, Köşk boykotu, AB topluluğunun siyasi sözcülerine hakaretler. Ağızdan dolma bilgilerle temel kavramlar üzerinde AB temsilcileriyle tartışmaya girmeleri, herhalde ancak söz konusu sapkınlık ve derin bilgi eksikliğinden kaynaklanan cesaretle açıklanabilir.
Mesela çoğunluk diktatörlüğü, demokratik seçimler sonunda iktidara gelenlerin, azınlıkta kalanların onaylamadığı icraatlar yapması değildir. Demokrasilerde yönetme hakkı çoğunluğundur. Esasen bu hakkın kullanımı, demokratik işleyişin temel gereklerinden biridir. Ancak çoğunluğun yönetme hakkı, azınlıkta kalanların temel hak ve özgürlükleri ile sınırlıdır. Hiçbir çoğunluk yönetirken, azınlıkta kalanların temel hak ve özgürlüklerini ihlal etme hakkına sahip değildir. Türkiye'de böyle bir durum olduğu iddia dahi edilemez. Bizim muhalefetimizin iddiaları kaba bir zihin karışıklığından başka bir şey değil ve 'sen karar alırken benim görüşlerimi dikkate almadın, öyleyse çoğunluk diktatörlüğü kurdun' noktasında.
Özgürlükler hakkında söz ederken yapılması gereken ilk şeylerden biri, hangi özgürlükleri konuştuğumuzu ayırt etmektir. Çünkü felsefi, ahlaki, toplumsal, ekonomik, siyasal ve başka özgürlükler vardır. Mesela felsefecilerin tartıştığı özgürlük veya özgür irade, bireyin her türlü etkinin üstüne çıkarak kendini mükemmelleştirmesi ve kendi kaderine tam anlamıyla sahip olabilmesiyle ilgilidir. Değişik filozofların özerklik, tam rasyonellik, gereklilik, vs diye nitelendirdiği ve çekirdek anlamıyla en yoğun, en üst özgürlüğü arayan bu alan metafiziğe girer. Siyasal özgürlük ise daha basit bir şeyi ifade eder: İktidarın değişken ve keyfi buyruğuna bağlı olmamayı. Siyasal özgürlükler her zaman, devlet ile vatandaş arasındaki ilişkiye vatandaş açısından bakıldığı zaman görülebilir. Aynı ilişkiye devlet açısından bakıldığında (siyasal) özgürlüklerle ilgimiz son bulur.
Bir değerler sıralamasında siyasal özgürlük en üstte olan değildir. Ama temel bir ön koşuldur, yani bütün diğer özgürlükler için sine qua non'dur, olmazsa olmazdır. Bizim şu sıralarda tartıştığımız bağlamda "ben üniversiteye başörtüsü ile gitmeye özgürüm/ özgür değilim" cümlesindeki yüklem siyasal özgürlüklerle ilgilidir. O nedenle, "ama onlar zaten özgür iradeleriyle başlarını örtmüyorlar" veya "Emine Erdoğan bile başını özgür iradesiyle örtmüyor" seviyesindeki çiğ iddialar, farklı özgürlükleri birbirine karıştıran derin bir cehaleti ortaya koyar. Bir başka yönüyle de, diktatörlük özlemi duyan özgürlük karşıtlarının sık başvurduğu bir yaklaşımı ima eder: Özgürlükler arasındaki ilişkiyi baş aşağı çevirerek, siyasal özgürlükleri, diğer özgürlükler (toplumsal, ekonomik, vs.) üzerindeki tahditlerin kalkmasına, yani mümkün olmayana bağlamak.
Muhalefetin hukuk düzlemindeki seviyesini ortaya koyan çok sayıdaki örnekten biri, Yargıtay Başkanlar Kurulu bildirisi. Esasen söz konusu yargı mensuplarının kendilerini muhalefetin önemli bir parçası olarak görmeleri, içinde bulundukları zihni kargaşayı anlamak için yeterli. Seçmene yeni bir anayasa sözü verip seçim kazanmış bir siyasi iktidarın bu sözü tutmaya dönük çalışmalarını "beklenmedik bir zamanda ilk ciddi gerilim" diye ucuz polemik üslubuyla eleştiren; yürüttüğü yasama faaliyetleri nedeniyle TBMM'yi saygısızca suçlayan; AB uyum sürecini yönetmekle sorumlu hükümetin bu çalışmalarına "zamanlaması, biçimi ve içeriği itibarıyla kabulü mümkün olmayan" diye kaba bir dille karşı çıkma hakkını kendinde gören; özetle, demokratik rejimin temel ilkeleriyle ve hukukla kendini bağlı saymayan yüksek yargı mensupları var karşımızda. İdeolojik çöküntü yaşayan, düşünsel sığlık içinde debelenen, fikir düzeydeki hemen her tartışmayı kaybeden, ahlaki doğrulanma ihtiyacı duymayan bir muhalefetimiz var. Bu, aynı zamanda kendi toplumunun kültür değerleriyle kavgalı ve tarihine yabancı bir muhalefet. Daha çok refah, daha çok demokrasi ve özgürlük isteyen, tarihin en hızlı modernleşme ve kentleşme sürecini yaşayan, her geçen gün kendisini daha güçlü bir şekilde ve çeşitlilik kazanan renkler içinde ifade eden insanlara verebileceği pek bir şey yok. Başlıca stratejisi "laiklik elden gidiyor" veya "iktidar kendine bağlı yargı istiyor" gibi yalanlar üzerine kurulu. Böyle bir muhalefetin ne seçim kazanabilmesi ne de Türkiye'yi yönetebilmesi mümkün.
Çok partili rejime geçtiğimizden beri güdümlü demokrasimizi ayakta tutan en önemli araç, askerî darbeler, ara rejimler ve tehdit altında sürdürülen açık müdahaleler oldu. Ancak artık bunların hiçbiri mümkün değil. Şimdi yaşadığımız kriz, imkansızı gerçekleştirmek için direnenlerin son çırpınışı. Ama kaybedecekler. Ülkenin ulaşmış olduğu ekonomik ve kültürel gelişmişlik düzeyi, iç sorunların niteliği ve mevcut uluslararası ilişkiler, darbeler ve ara rejimler döneminin sonunu getirdi. Günümüzün koşullarında demokrasi dışı bir rejimin, iki-üç yıl gibi kısa bir süre içinde ülkenin parçalanması ve felaketle sonuçlanacağını görmek için kurmay eğitimi almış olmaya gerek yok. Söz konusu felaket senaryosunun nasıl gelişeceği belli. Türkiye önce AB dahil tüm Avrupa platformlarından dışlanır. NATO ilişkileri dahi askıya alınır veya tıkanır. Dış ekonomik ilişkilerin bozulmasıyla beraber ağır bir ekonomik kriz kapıya dayanır. Ayrılıkçı hareket güçlenir. Geniş bir uluslararası camia ayrılıkçı harekete önce siyasî, sonra ekonomik, daha sonra askerî destek verir. Türkiye kırılır ve çöker. O nedenle doğrudan darbe yanlıları artık sadece bir avuç maceraperest ve gözü dönmüş fanatikle sınırlı. Mevcut muhalefetin kaybetmeye mahkum olması, asla Türkiye'ye zarar veremeyecekleri anlamını taşımıyor. Aksine, güdümlü demokrasi peşinde koşanların bilinçli bir şekilde yaratmak istediği istikrarsızlığın küresel ekonomik krizin en yoğun dönemiyle çakışması, ülkeye büyük zararlar verebilir. Ama bu son çırpınışları ve hiç kazanma şansları yok. Krizler hayatın akışının hızlandığı zamanlardır. İçinde yaşadığımız kriz döneminde hızlanan gelişmeler, beklenenin tersine, toplum sorunlarına cevap verebilme yeteneğini yitirmiş ve ideolojik çürüme yaşayan muhalefeti bitirecek. Güdümlü demokrasi artık son bulacak ve özgürlükçü demokrasi onları tasfiye edecek. Ya da, çok zayıf ve hiç arzu edilmeyen bir ihtimalle ara rejim peşinde koşan maceraperestler emellerine ulaşırsa, kırılan bir Türkiye'nin altında kalacaklar.
Kaynak: Zaman