Eskiden idari merkez küçük yerleşim birimlerini ve kır ya da köyü denetim altında tutabiliyordu, zira iki kutup arasında belli bir fiziki/coğrafi ve sosyal mesafe vardı. Yeni durumda mesafe adeta ortadan kalkmış bulunmaktadır. İdari bürokratik merkez sayısal bakımdan sürekli azalırken, hemen yanı başında, bir sokak, hadi bir semt ötede toplumsal merkez devasa bir artış göstermektedir. Şişli semtinin merkezi ile gecekondulardan oluşan çevresi arasındaki fark gibi, bu iki dünya arasındaki mesafe 500 metredir.
İdari merkez meşruiyetini, varoluşsal anlamını üç şeyden alıyordu: Akıldan, dünyanın pozitivist yorumundan ve elbette "toplum projesi"nden. Buna göre, evren gibi hayatın da akılla düzenlenmesi mümkündü. Sosyal hayatın bütünü, iktisadi ilişkiler, üretim, hukuk ve kentler akıl tarafından ve aklın öngörülerine göre düzenlenmeliydi, Batı'da düzenlendi de. Batı'ya ilk giden Doğuluları en çarpan şey, kentlerin rasyonel düzenidir. Her şey planlıdır, her şey yerli yerine konulmuştur, zaman matematiksel olarak işlemektedir, trenler saniye hesabıyla hareket eder, aksama olmaz, sokaklar-caddeler tertemizdir ve herkes akıllıca/sistematik olarak programlanmıştır. Yani aslında toplumun bütünü rasyonel olarak determine edilmiştir, kentin hayatında olduğu gibi bireyin hayatında da sürprizlere yer yoktur. Uzmanlık ve işbölümü, mesleki formasyon ve bireysel yetenekler ince teknikler kullanılarak işler haldedir. Her şeyden azami fayda (verim) elde edilmektedir. Verimli olmayan pratik değildir, pratik olmayan pragmatik değildir, pragmatik olmayan gerçek değildir, gerçek olmayan topluma ait saygın üye değildir.
Pozitivizm şunu söylüyordu: Aynı sebepler bir araya geldiğinde aynı sonuçları doğurur, pozitif olgular hesaplanabilir, öngörülebilir ve ölçülebilir, yani matematiğin diliyle ifade edilebilir şeylerdir. Ve bütün bunlar, sürekli ilerleyerek ideal topluma, yani bizi yeryüzü cennetine götürecektir.
Gel gör ki, rasyonalizm gibi pozitivizm de çökünce –hem de 20. yüzyılda- toplum projesi de çöktü. Postmodern zaman demek, modernliğin toplumunun çözülmesi demektir. Toplumu kurmak ve hep her hamlesinde biraz daha ileriye götürmek durumunda olan bürokratik unsurlar bir bakıma işlevsiz kaldılar, sayısal olarak da metropolleri dolduran kalabalıklar karşısında şaşkına döndüler. İşte bu kontrol edilemez yepyeni bir hareketliliktir. Bu hareket sadece İslam dünyasını ve Asya veya Afrika'yı derinden sarsıntıya uğratmıyor, dünya kaynaklarının yüzde 80'nini kontrolüne geçirmiş bulunan yüzde 17'lik refah toplumlarını, zenginleri de derinden tehdit ediyor. Eğer dünya küresel bir köye döndüyse, bedeviler şimdi kentin varoşlarındadır, merkeze doğru akmaktadırlar ve idari merkeze alternatif olarak toplumsal merkez olarak kendilerini konumlandırmaktadırlar.
Bu aşamada, yani bütün dünyada üçüncü dalga hareketin başladığı bu zaman diliminde ne Edward Shils'in "merkez-çevre" kavramsallaştırması mevcud durumu izah etmeye yetiyor, ne de Şerif Mardin'in kavramsallaştıramı kent nüfusunun yüzde 70'lere vardığı –ki belediye olan beldeler de hesaba katıldığında bu oran yüzde 82'lere çıkıyor- Türkiye ve İslam dünyasındaki hızlı ve köklü değişimi açıklamaya yetiyor. Bu anlamda hem yeni kavramlara hem yeni kavramsal modellere ihtiyacımız var. Benim altını çizmeye çalıştığım şu ki, Aydınlanma'nın bilgi ve entelektüel kaynaklarına sımsıkı bağlı-bağımlı kalarak yeni durumu anlamak mümkün olmaktan çıkmıştır.
Türkiye özelinde idari/bürokratik merkez ile toplumsal merkez arasında süren gerilim, küresel düzeyde de aynen sürmektedir. Küresel merkezi güçler, modern hayatın daha çok nimetlerinden istifade etmek ve kaynaklar üzerindeki kontrol güçlerini arttırmak isterlerken, onlara ideolojik, politik ve entelektüel olarak İslam'dan başka yol haritası veren başka bir kaynak kalmış değildir. Başka bir ifadeyle, İslam, büyük merkezlere akmak üzere harekete geçmiş bulunan küresel bedevilerin ideolojisi ve anlam haritasıdır. Bu yüzden küresel güçler, İslam'ı ve İslam dininin sahip paradigmasına sahip çıkan Müslümanları "ötekileştirmekte, şeytanlaştırmakta"dırlar. "İslami terör, İslamafobia, İslam fundamentalizmi, siyasal İslam" vb. harici tanımlamaları bu çerçevede düşünmemiz gerekir. Bunlar basit tanımlamalardır, olayları açıklamak her zamankinden çok daha güç hale gelmiştir.
"Yeni kavram ve yeni modeller"den kastettiğim de İslam'ın bilgi, düşünce ve irfan mirasının zengin imkanlarına yeniden ve farklı bir gözle bakabilme maharetini gösterebilmekten ibarettir. Bu konuda, yeni objeler dünyasının veya toplumsal/beşeri fenomenleri göz önüne alarak mesela İbn Haldun'un "bedevi-haderi" kavramsallaştırması ile, Muvafakat'ta başarılı bir biçimde teorik ve fıkhi çatısını kurmuş bulunan İmam Şatıbi'nin "Haciyat-tekmiliyat ve tahsiniyat" üçlüsüne dayalı kavramsallaştırmasının yardımına baş vurabiliriz. Ben bu kavramsallaştırmaya bir kavram daha eklenebileceğini düşünüyorum ki, bu da "Tahrimiyat"tır.
Karşımıza çıkan "geleneksel şehir"in bildik sorunları değil, "modern kent"in devasa boyutlarda ve hormonal olarak sürekli büyüme içinde olan metropol formudur. "Ulus, toplum ve kültür" geleneksel şehrin kalbinde ve geleneksel sosyal yapılarının neredeyse tümünü dağıtarak şekillenmişti, postmodern metropolün kalbinde baş gösteren sorunlar ise nitel olarak başkalaşmıştır. Dolayısıyla yeni sorunları kurucu ideolojiler, ulus ve toplum yaratan önderler, çağdaş uygarlık kültürü, 19. yüzyılın naif zihni tarafından yapılandırılmış pozitivizm ve varlık alemini basit bir dünya görüşüne indirgeyen otoriter laiklik/dünyevilik çerçevesinde değil anlamak, algılamak mümkün değildir.