Türk hükümetine göre Kuzey Irak'ta konuşlanan PKK'lı teröristler 21 Ekim'de sınır yakınlarında Türk askerlerini tuzağa düşürerek 12 askeri öldürdü ve sonraki çatışmalarda 23 kayıp verdi. PKK'ya göre militanlar, Ankara iddiayı doğrulamasa da 8 Türk askerini esir aldı.

 

Öncelikli olarak PKK saldırıları gündemiyle geçen hafta toplanan Türk parlamentosu Irak'ta güç kullanımına yetki verdi. Bu yüzden bu son saldırı açıkça bu karara meydan okumak üzere tertip edildi. 21 Ekim saldırısının toz dumanından önce bir Kürt olan Irak cumhurbaşkanı Celal Talabani Türk başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Bağdat'ın Irak topraklarındaki bütün PKK kamplarının kapatılması ve PKK liderlerinin teslim edilmesiyle ilgili isteklerini reddetti. Talabani, PKK liderlerinin sarp dağlarda saklandıklarını ve "güçlü" Türk ordusunun bile onları öldürme ve ele geçirmede başarısız olduğundan bahsederek Irak'ın Türkiye'nin sorununu çözemeyeceğini söyledi. Özellikle "PKK liderlerinin Türkiye'ye tesliminin asla gerçekleşmeyecek bir hayal olduğunu" söyledi.

 

Eğer bu konum devam ederse Türklerin Kuzey Irak'a girmeyeceklerini ve Saddam dönemindeki nüfuz ve güvenlik alanını yeniden kurmayacaklarını düşünmek çok zordur. ABD, PKK'yı kontrol etmek için sorumluluk alarak Türkiye'yi ikna etmek için canla başla çalışıyor. ABD'nin bu işi başarıp başaramayacağı veya Türklerin ABD'ye güvenmeye hazır olup olmadıkları belli değildir. Bana göre Irak'a bazı harekâtlar olasıdır fakat eğer bu özel durumda olmazsa Türkiye ve ABD arasındaki gerilim devam edecektir. En önemlisi de Türkiye'nin bölgede ikincil bir rol oynama istekliliği azalmaktadır.

 

Aslında bu yeni değildir. Türkler, ABD işbirliği yapmaları karşılığında Kuzey Irak'ta serbest bir manevra alanı önermesine rağmen, Irak'ı Türkiye'nin toprakları üzerinden istila etmesine izin vermediler. Bununla birlikte Türkler Irak'taki statükodan rahatsız değillerdi. Onlar aynı zamanda bir Amerikan istilasının sonuçlarını düşündüler ve İslam dünyasında ABD'nin maşası olarak görülmeye çok istekli değillerdi.

 

Aynı zamanda Türkler, II. Dünya Savaşı'ndan beri Türk dış politikasının ortaya çıkardığı ilişkiyi dikkate alarak ABD ile bozuşmak da istemediler. AB'nin Türkiye'yi reddetmesi Ankara için ABD ile ilişkileri korumayı bir zorunluluk haline getirdi. Bu yüzden Türkler için istila bir problematik olmasına rağmen Irak'taki ABD askeri için lojistik desteğin büyük bir bölümünün Türkiye üzerinden gitmesine izin vererek ABD ile işbirliği yaptılar.

 

Irakla ilgili bu dengeli tavır temel bir güvenlik algısı ile ilgiliydi: Irak Kürtlerine verilen otonominin sınırlı kalması. Kürtler, hali hazırdaki sınırların--Irak'ta, Türkiye'de, İran'da ve az olmasına rağmen Suriye'de--her iki tarafında da varlar ve coğrafi olarak bağlantılı, kendilerinin bilincinde bir ulusu temsil ediyorlar. Tarihsel olarak Kürtler genellikle aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nun da olduğu daha geniş imparatorlukların bir parçası olmak zorunda kaldılar. Osmanlı İmparatorluğu çöktüğünde--Türkiye'yi halefi olarak bırakıp--yukarıda sözünü ettiğimiz diğer ülkeler Kürt ulusunun yarısı Türkiye topraklarında kalacak şekilde Kürt topraklarını içerdiler. İmparatorluğun çökmesi ve yeni bir ulus devletin inşasıyla uğraşan Türkler, Kürtlerin bağımsızlığının ulus devletin dağılmasına öncülük edeceğinden korktular. Bu yüzden onlar Kürt ulusalcılığının baskı altında tutulması şeklinde sabit bir politika benimsediler ve bu politika hala devam etmektedir.

 

Türklerin bakış açısından en büyük tehlike; İran veya Irak'ta bağımsız bir Kürt devletinin oluşturulacağı ve bu devletin Türkiye'den bağımsızlık isteyen Kürtler için anavatan olacağı ve onları destekleyeceğiydi. Aslında bu ülkelerin her biri--ABD, Sovyetler Birliği ve İngiltere gibi dış güçler--Türkiye, İran veya Irak'a baskı uygulamak için zaman zaman Kürtleri maşa olarak kullandılar. Onlar, Kürt ayrılıkçılığını bir tehdit olarak kullandılar bu yüzden normal olarak dolandırılan Kürtler ulus devleti sorgulamayı daha büyük bir uğraş haline getirdiler.

 

Özellikle Irak'taki gelişmelerin evrimi Türkler için harekete geçiricidir. Türkler Hüseyin'den çok fazla hazzetmezlerdi fakat o Türklerle aynı politikayı sürdürüyordu: Kürt bağımsızlığına karşıydı. Çöl Fırtınası'ndan sonra ABD politikası Hüseyin'e karşı Kürtleri kullanma şeklinde oldu--ve ABD, Saddam'ın ulaşamadığı bir Irak Kürdistan'ı oluşturdu. Bu anlaşmadan rahatsız olan Türkler, Kürtlere karşı bir tampon bölge oluşturmak için 1990'larda Irak'a girdiler. ABD, Hüseyin üzerinde baskıyı arttırdığı için bu hareketi hedeflemedi.

 

Şu anda ABD'nin Irak'taki stratejisine baktıklarında Türkler iki sonuç çıkarıyorlar. İlki, ABD, Irak'ın Sünni ve Şii bölgelerine yoğunlaşmıştır, Kürt bölgesini kontrol etmekle çok az ilgileniyor--bu bölge çok fazla açık bir şekilde Amerikan yanlısı bir bölgedir. İkincisi, İranlılar ve Şiiler Irak'ın üç parçaya--hatta üç bağımsız devlete--bölünmesini istiyorlar ve güçlü merkezi bir hükümet ile birlikte federal bir devlet oluşturma şeklindeki ABD politikası başarısız olacaktır.

 

Bu yüzden Türkiye'nin algılaması şudur; Türkiye, gittikçe cesaretlenen Irak Kürdistan'ının Türkiye'de bir gerilla savaşını hızlandırarak bir Kürt otonomisini genişletme politikasını izlediği savaş sonrası bir dünya ile uğraşmaktadır. Son haftalardaki PKK hareketleri onların zihnindekini teyit ediyor. Türkler aynı zamanda Kürt meydan okumasına savunmacı bir yaklaşımla cevap veremeyeceğine de inanıyorlar ve bu yüzden saldırarak savunmalıdırlar. Böylelikle Irak'ta bir güvenlik bölgesi oluşturulacaktır.

 

Kürtlerin bakış açısından eğer ulusal haklarını iddia edecekleri bir zaman olacaksa o zaman şu andır. Bununla birlikte onların riski yüksek oyunu şudur; ABD, Irak'ın Kürt bölgelerinde Amerikan karşıtı bir ayaklanmanın gerçekleşmesini göze almaz ve böylelikle Türkiye'nin müdahale edebileceği alanı sınırlandıracaktır. Dahası ABD'nin İran ile kavgalı olmasından dolayı orada bir Kürt ayaklanmasını destekleyebilir. Bu yüzden riskler yüksek olmasına rağmen Kürt oyunu mantıksız değildir.

 

Irak'taki Kürtler Irak'ta Amerikan karşıtı olmayan tek bölgede ABD'nin çatışma istemediği ile ilgili düşüncelerinde haklılardır. Onlar aynı zamanda kendileri için bu zamanın tek doğru zaman olduğu konusunda da haklılar. Fakat onlar Türklerin tehlikeyi farketmeyeceklerini ve Türkiye'nin Kürt yoğunluklu bölgesindeki saldırıları önlemekten çok Kuzey Irak'taki istikrarla daha fazla ilgili olan ABD'nin çıkarlarını kendilerininkinin önüne koyacaklarını düşünerek risk alıyorlar. Bu on yıl önceki Türkiye için doğruydu fakat bu gün için doğru değildir. ABD-Türkiye ilişkileri başkalaştı. ABD, Türkiye'nin kendisine duyduğu ihtiyaçtan daha fazla Türkiye'ye ihtiyaç duymaktadır--Irak'a lojistik destek sağlamasının çok ötesine geçen nedenlerden dolayı.

 

El-Kaide'nin jeopolitik tehdidi azaldı, İslam dünyasında rejim değişikliğini etkileyebilecek derecede güçlü herhangi bir isyan yok aynı zamanda birleşmiş bir İslam dünyası tehdidi büyük oranda azaldı. Bu arada ABD'nin büyük stratejisi değişmeden kaldı. Hitler'i Stalin'e, Mao'yu Brejnev'e karşı kullandı şimdi de Sünnileri Şiilere karşı kullanıyor. Sünni tehdidi zayıfladı fakat Şiiler ve İran tehdidi hâlâ devam ediyor. ABD'nin hâlihazırdaki görevi İran'a karşıtı bir koalisyon oluşturmaktır. İran'a karşı yaptırımları Avrupa tarafından onaylanıp onaylanmamasına aldırmazsak İran'ın komşuları önemlidir--ve bu komşulardan en önemlisi Türkiye'dir. Fakat Türkiye ve İran'ın bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engellemedeki ortak çıkarlarını düşündüğümüzde Irak Kürtlerini destekleyen ABD için daha büyük tehlike bir İran- Türkiye ittifakıdır. Şu anda bu ABD'nin görmek isteyeceği son şeydir bu yüzden ABD kongresindeki Ermeni soykırımındaki Türk sorumluluğu ile ilgili karar daha kötü bir zamana denk gelemezdi.

 

Fakat bu durum geçicidir. El-Kaide ve İran'ın--yüzyıllardan beridir önemli bir etki alanı oluşturamamış bir ülke--ötesine baktığımızda bölgeye düzen getirmeye başlayabilmesi olası olan tek bir ülke görüyoruz: Türkiye. Türkiye, farklı alanlarda Doğu Akdeniz'e, Kuzey Afrika'ya, Arap Yarımadası'na, Kafkasya'ya ve Rusya'nın derinliklerine hükmetmiş Osmanlı İmparatorluğu'nun varisidir. I. Dünya Savaşı'ndan sonra çökmesi bir tuhaflık oluşturdu--Anadolu'da içe dönük bir devlet. II. Dünya Savaşı'ndaki sakıngan ve Soğuk Savaş döneminde ABD'ye sıkı bir şekilde bağlı olan Türkiye pasif bir rol oynadı: Ya kıpırdayamaz haldeydi ya da stratejik alanlarının kullanılmasına izin verdi.

 

Durum keskin bir şekilde değişti . 2006'da Türkiye dünyadaki 18. en büyük ekonomiye sahipti--Suudi Arabistan'ın da aralarında olduğu diğer herhangi bir İslam ülkesinin ekonomisinden daha büyük--ve ekonomi son beş yıldır yıllık %5 ila %7 arasında büyümektedir. En önemlisi Türkiye sadece ihracat merkezli bir ekonomi değildir. Üretilen ürünleri satın alan gelişmiş zengin bir orta sınıfa sahiptir. Dayanıklı ve liyakatli bir orduya sahiptir ve kurumlar ile ideolojiler arasındaki basınçları gidermeye çalışıyor.

 

Aynı zamanda kaos tarafından kuşatılmıştır. Güneydeki Irak dışında kuzeydeki Kafkaslarda ve kuzeybatıdaki Balkanlarda derin bir istikrarsızlık var. Doğu Akdeniz'den Pers Körfezi'ne güney bölgesi çok fazla gergin bir bölgedir. Başkan Hüsnü Mübarek'in ayrılmasından sonra Mısır'ın istikrarı--dolayısıyla Doğu Akdeniz'in--belirsizdir. Uzun dönemden beridir Türkiye'nin rakibi olan Yunanistan artık bir zamanlar yaptığı meydan okumayı gerçekleştiremiyor. Dahası AB'nin fiili Türkiye reddi birliğin empoze etmesinin umulduğu pek çok sınırlamadan ülkeyi kurtarmaktadır.

 

Bölgenin istikrara kavuşturulmasında Türkiye kazanılmış bir hakka sahiptir. Artık ABD'yi istikrar sağlayıcı bir güç olarak görmüyor ve Avrupa'yı kollektif bir varlık, hem düşman hem de iktidarsız tekil uluslar olarak görüyor. Rusları uzun dönemde çıkarlarına yönelik bir tehdit ve Rusya'nın, Türkiye'nin sınırlarına potansiyel dönüşünü uzun vadeli bir meydan okuma olarak görüyor. Osmanlıların yaptığı gibi İran'ı doğal kapalı bir havza olarak görüyor. Suriye'nin ve Irak'ın, müttefiği olan İsrail ile ilişkilerinin ve nihayetinde Arap Yarımadası'nın geleceği ile çok daha fazla ilgilenmektedir.

 

Başka bir deyişle Türkiye hızla ortaya çıkan bölgesel bir güç olarak görülmelidir--veya daha geniş bir anlamda Anadolu'ya konumlanmış fakat politik ekonomik ve askeri güçlerini tam bir nüfuzla etrafına uzatmış hegemon bölgesel stratejik devasa bir gücün yeniden ortaya çıkarılması sürecinin başladığı düşünülmelidir. ABD'ye dayanarak ulusal güvenliğini garantiye alma istekliliği 2003'te bitti. Türkiye, ABD ile karşılıklı çıkar meseleleri üzerinde işbirliği yapmaya hazırdır fakat ikincil bir güç olarak değil eşit bir taraf olarak bunu yapmak istiyor.

 

Düşünceme göre bu ortaya çıkış başlangıç aşamasındadır. Nitekim son beş yılda Türkiye'nin ekonomisi ve iç politikaları köklü değişimler geçirdi böylelikle dış politikaları da değişime uğradı. Türkler dikkatli bir şekilde bölgedeki olayları izleyip etkiliyorlar. Irak'taki müdahaleler bir açıdan 1990'larda izlenen politikaların sadece devamı olacaktı. Fakat şu anki bağlamda bu müdahaleler daha fazlasını temsil etmektedir: Doğal çıkarlarının ABD'den bağımsızlaşmasına yönelik doğrudan bir iddiacılıktır.

 

Geniş ölçekte bakıldığında üç şey gerçekleşti. İlki; Yugoslavya'nın dağılması Türkiye'yi bir zamanlar geleneksel çıkarlara sahip olduğu bir bölgeye çekti. İkincisi; Rus gücünün çökmesi ve yeniden canlanması Türkiye'nin kuzeye, Kafkasya'ya bakmasını sağladı. Son olarak Arap dünyasındaki kaos Türkiye'yi güneye çekti. Türkiye'nin davranışlarına Avrupa ve ABD'den gelen sınırlamalar, batılı stratejinin bir sonucu olarak keskin bir şekilde azaldı. Türkiye, ABD ve Avrupa'nın hem etkisiz olduğu hem de Türk çıkarlarına düşmanlık ettikleri bölgelere düzen vermesi gerektiğini düşünüyor.

 

Bölgenin geleceğini düşündüğümüzde tutarlı bir şeklide varlığında ısrar etme pozisyonunda olan tek güç Türkiye'dir. Kendisine yakın bir yarışçı olan İran onun gücünün bir bölümüne bile sahip değildir--nükleer silahlar olsun veya olmasın. Türkiye, her zaman için orada bulunan diğerlerini memnun etmemesine rağmen bölgenin tarihi bir hükümranlığına sahiptir. Bununla birlikte onun tarihi rolü bölgesel kaoslar tarafından geride bırakılan parçaları toplamaktır. Düşünceme göre Türkiye bu yola girmeye başlıyor.

 

Onun Kürt sorununa karşı tavrı sadece bir ilk adımdır. Bu durumu önemli kılan şey Türkiye'nin Avrupalı ve Amerikalılara aldırmadan çıkarlarının peşine düşmesidir. Dahası ABD ve Türkiye arasındaki bağımlılığın ters yüz olması nihayetinde Türkiye'nin Irak'a girip girmemesinden daha önemlidir. ABD'nin Irak'ı işgali dünyada birçok süreci başlattı ve pek çok fırsat penceresi ortaya çıkardı. Türkiye'nin hareketlerini izlerken onun gideceği yönden çok hırsının sınırlarını daha çok merak ediyoruz.

 

 

Bu makale "Ali Karakuş" tarafından "Dünya Bülteni" için tercüme edilmiştir.

 

 

 Kaynak: Stratfor