Batı 'militarist hümanizm' savıyla çeşitli hükümetleri tehdit ederken, AB üyeliği yolundaki Türkiye'nin Irak'a harekâttan dem vurarak aynı yolun yolcusu olmasında şaşıracak ne var?
Son günlerde ABD Başkan Yardımcısı Cheney ve eski Britanya Başbakanı Blair'ın Tahran'a kabadayıca parmak sallamasına tanık olduk; fakat ikisi de, dünyayı İran'ın nükleer programına karşı savaşa hazır olması konusunda uyaran Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner'in yanında yaya kalır. "En kötüsüne hazır olmalıyız ve en kötüsü savaş" diyordu Kouchner.
Bu afili söylem (ki Bush'un nükleer bir İran'ın üçüncü dünya savaşına yol açabileceği iddiasıyla doruğuna çıktı), BM'nin acil yardım koordinatörü John Holmes'dan ölümcül bir darbe yedi. 'Irak hastalığı'ndan ve kitle imha silahlarının işgalin bahanesi olduğundan dem vuruyordu Holmes. Zaten bu kadar gaddarca kandırılmışken, şimdi ABD ve müttefiklerine niye inanalım?
Ancak Kouchner'in uyarısında daha kaygı verici bir yan var. Büyük hümanist Kouchner'i dışişleri bakanlığına atadığında, cumhurbaşkanı Sarkozy'nin bazı hasımları bile bunu sevindirici bir sürpriz olarak karşıladı. Şimdi atamanın manası açıklığa kavuştu: 'Militarist hümanizm' ideolojisinin dönüşü. Militarist hümanizmin sorunu, 'millitarist' değil, 'hümanizm' kısmında saklı. Bu doktrine göre askeri müdahale, insanları kurtarmak kılıfına sokuluyor, siyasetten arındırılmış, evrensel bir insan hakları mefhumuyla meşrulaştırılıyor; karşı çıkan herkes bir çatışmada düşman safında yer almakla kalmayıp, medeni ülkeler toplululuğuna ihanet etmiş oluyor.
Bu yüzden de yeni küresel düzende, artık egemen devletler arasında belli kuralların uygulandığı (belli silahların kullanımının yasaklanması vs.) eski moda muharebelerden menkul savaşlara tanık olmuyoruz. Bunun yerine insan hakları kuralları ihlal ediliyor; normal savaş kabulünü ortadan kaldırıyorlar ve (bilhassa ABD'ye veya yeni düzenin diğer temsilcilerine saldırıldığında) Batılı güçlerin 'insani pasifist' müdahalesinden dem vuruyorlar.
Kızılhaç gibi tarafsız bir yardım örgütünün taraflar arasında arabuluculuk yapması gibi faaliyetleri tahayyül edebilmek zor artık. Zira çatışmanın bir tarafı Kızılhaç'ın rolünü çoktan üstlendi -kendisini çatışan taraflardan biri değil, barışın ve küresel düzenin arabulucusu olarak görüyor. Dolayısıyla kilit soru şu: Kouchner, Blair ve benzerlerinin adına konuştuğu 'biz' kim? Kim onun içinde ve dışında? 'Biz' 'dünya' mı, yani insan hakları lehine hareket eden medeni insanların apolitik topluluğu mu? Bu hafta bu soruya beklenmedik bir yanıt aldık: Türkiye meclisi, ABD'nin baskısına direnerek, Kuzey Irak'taki Kürt isyancılara operasyon yapabilmesi için hükümete yetki verdi. Türkiye'nin terörle savaş adı altında sınır ötesi saldırı başlatma ihtimali her an artıyor ve sanki dışarıdan biri gelip 'biz' denen o kapalı çemberi kırmış, militer hümanitarizm tekelini elinde tutanların egemenliğini ihlal etmiş gibi bir durum çıkıyor. Meseleyi tatsız kılan şey, Türkiye'nin 'ötekiliği' değil, aynılık iddiası.
Bunun ifşa ettiği şey de, aydınlanmış insanlığın 'bizi'ni belirleyen yazılmamış kurallar ve gizli yasaklar silsilesi.
Türkiye'nin Batı'nın bu gül gibi mutabakatının kenarında diken olmasının ilk örneği de değil bu. Bugün AB'nin krizi, büyük ölçüde bu müstakbel üyesinden kaynaklanıyor. Fransa ve Hollanda'daki referandumlarda sonucun 'Hayır' çıkmasının en büyük nedeni Türkiye'nin üyeliğine karşıtlıktı. 'Hayır' sağcı popülist kavramlarla (kültürümüze yönelik tehdide hayır, göçmen emeğine hayır) veya liberal-çokkültürcü kavramlarla (Türkiye'nin Kürtlere yaptığı haksızlığa hayır, insan hakları siciline hayır) temellendirilebilir. Türk sorunu (AB'nin Türkiye'yle ne yapacağı konusundaki tereddüdü) aslında Türkiye'yle değil, bizzat AB'nin kafa karışıklığıyla ilgili. Anayasa kördüğümü ve Avrupalı liderlerin seçmenlerini geçen hafta üzerinde uzlaşılan anlaşmanın referandum gerektirmediğine ikna çabası, Avrupa projesinin bugün kendi kimliğini aradığının işareti.
Büyük muhafazakâr T.S. Eliot, 'Kültür Üzerine Düşünceler' adlı kitabında, tek tercihin mezhepçilikle inançsızlık arasında yapıldığı anlar olduğundan söz eder; ölmekte olan ana gövdeden bir parçayı (mezhebi) koparmanın bir dini yaşatmanın yegâne yolu haline geldiği andır o. Bugün bizim de tek tercihimiz bu: Ancak standart Avrupa mirasından 'mezhepsel bir kopuş'la, kendimizi eski Avrupa'nın çürüyen cesedinden ayırmakla yenilenen Avrupa mirasını canlı tutabiliriz.
Görev zorlu, bilinmeze adım atmak gibi bir riske mecbur bırakıyor, ama çürümeyi yavaşlatmanın, Avrupa'yı, olgun Roma İmparatorluğu için antik Yunan neyse ona (bugünü etkileyen nostaljik bir kültür turizmi mekânına) dönüştürmenin tek alternatifi bu.
Kaynak: Radikal