Meşşai filozof Farabi'nin insan-yönetim ilişkisiyle ilgili görüşü şudur: Beden yönetiminin kuralları ile evin, evin yönetiminin kuralları ile şehrin ve şehrin yönetim kuralları ile ülkenin yönetim kuralları aynıdır. Yani siz bedeninizi, daha açık bir ifadeyle kendinizi doğru yönetecek kuralları bilebilirseniz, evinizi, şehrinizi ve ülkenizi de doğru yönetebilirsiniz.

Yunanlıların pek yabancısı olmadığı bu görüş, yönetimin temel yönelimini tespit etmeyi hedefler. Soru şudur: Yönetim nedir ve ne için yönetmek gerekir?

Eski Araplar, "siyaset" kelimesinin etimolojisinin ilham ettiği gibi yönetimden "yönetme sanatı"nı anlarlardı. Bu, bir tür "seyis-at" ilişkisini çağrıştırır. Seyisin görevi, huysuz atı terbiye etmektir, bu yüzden "at sahibine göre kişner" demişlerdir. Maharet ve marifet sabi seyis, en huysuz-yabani huylu atı dahi ustalıkla terbiye eder, ehlileştirir.

Yunanlıların siyaset ve yönetimden anladıkları muhtemelen farklıydı. Onlar "mutlu olmanın yolları"nı arıyorlardı. İnsanın dünyada yaşıyor olmasının temel yönelimi mutlu olmak ise, o zaman kendisi için iyi ve yararlı olan şey, mutluluğun tahsilini sağlayan şeydir. Bu, bizi yönetimin yöneliminin "ortak iyi ve ortak yarar" fikrine götürüyor.

Modern zamanların siyasetçileri tabii ki ne Araplar ne Yunanlılar gibi düşünüyor. Siyaset, artık iktidar ilişkisini düzenleyen bir organizasyondur. Kendi içinde görece özerkleşmiştir, hedefinde başarı elde etme kaygısı vardır. Bu yüzden siyaset, kendisi dışındaki kaynaklardan –hele aşkın referansı olan dinden- hiçbir şekilde emir almaz, ast-kriter kabul etmez. Din ve ahlak, siyasete karışmamalı dendiğinde –bizdeki anayasal tanımı "kutsal din duygularının dine karıştırılmaması, istismara alet edilmemesi" şeklinde formüle edilmiştir-, hakikatte kastedilen, siyasetçiye ahlaki normlar, dini hüküm ve kurallar karışmamalı, siyasetçi bildiği gibi hareket etmeli, başarı elde etmeye çalışırken önüne engeller dikilmemeli denmek isteniyor.

Öyle de olsa, siyaset akılsızların işi değildir. Modern ulus devlet çerçevesinde sorun şöyle vaz'edilebilir: Toplumu yönetmek üzere harekete geçen aklı kim oluşturuyor? Siyaset mi, bürokrasi mi? Weber'den beri biliyoruz ki, modern toplumda bürokratik örgütlenme insan hayatı üzerinde teknik açıdan ve teknoloji aracılığıyla muazzam bir denetim kurmuş bulunuyor.Baskısını devam ettirerek denetim gücünü arttırmaktadır. Bizim gibi "askeri darbe geleneği" güçlü olan ülkelerde bile, neredeyse darbeleri teknolojinin kaydettiği büyük ilerlemenin ürünü olan "teknik takipler" ve "ortam dinlemeleri" önler hale gelmektedir. En ufak bir darbe teşebbüsü, anında internet ortamına düşebilmektedir.

Teknoloji ve sıkı bürokratik örgütlenme her zaman halkın lehine değildir, demokrasiyi zedeleyen bir yönü de olduğunu düşünebiliriz. Alman Erhard Stöltıng, bu kanaatte değil. Ona göre halk, aynı prensiplerden oluşan insani birliktir. Bu eşitliği, eşit olmayı gerektirir. Aydınlanmanın bireyleri birbirinin eşiti kabul etmesi sayesinde halk egemen oldu. Demek ki halk akıllıdır. Ama deneysel olarak biliyoruz ki, birey gibi her zaman akıllı davranmayabilir. Böylesi durumlarda halkı akıllı kılmak lazım. Aydınlanma temelde akıllı olan halkın, bazen akıllıca davranmadığı zaman akıllı kılan bir siyasi formasyon olarak iş görür.

Burada bir sorun çıkıyor ortaya: İster diktatörlükler ister demokrasiler halkın tarihi aklını, üst sağduyusunu temsil ettiklerini iddia ederler. Bu şu demektir, halkı temsil etme yetkisini ele geçirenler, diğerlerinin –tabii ki bunlar akılsızlar ve akılsızlıkta direnenler oluyor- kafasını keserler. Mesela hatırlayalım, bizde "yeni ve sivil bir anayasa" söz konusu olduğunda, CHP, TBMM'de tecelli eden "milli irade" ile 20 yüzyılın ilk çeyreğinde bir kere tecelli etmiş bulunan "kurucu irade"nin farklı olduklarını söyledi. CHP'ye göre milli irade, yani halkın aklı, kurucu iradeden üstün olamaz.

Konuyu buraya kadar getirmişken bizim aklımıza gelen bir suali sormadan edemiyoruz: Pekiyi anayasa metinlerinin akılla ilişkisi nedir?

Modern teoriyi kuranlardan bir bölümüne göre, akıl akıldan üstündür. Demokrasinin kurumları var, bunlar anayasaları korurlar. Yani bazen "akılsız ve mantıksız olabilen halka karşı" korurlar. Yine bizdeki İç Hizmet Kanunu'nun 35, maddesi bununla mı ilgili acaba? Madde "koruma ve kollama görevini askere vermekte"dir. Bir insan eğer ülkeyi geriye doğru götürüyorsa, tabii ki akılsız ve mantıksızdır, işte böyle "akılsız ve mantıksız mürtecilere/irticacılar"a karşı anayasayı korumak ve kollamak gerekecektir.

Sorular bitmiyor: Pekiyi. mantıklı ve mantıksız halk kimdir? Yani ne zaman halka mantıklı veya mantıksız diyebiliriz? Batı aydınlanması, anti-batı söylemi mantıksız buluyor. Bu durumda siz, Batı-dışı toplumlar, özellikle Müslümanlar "bir de demokrasiyi kendi geleneklerimiz, siyasi irfanımız açısından gözden geçirelim" derseniz, mantıksız oluyorsunuz. Çünkü bu sayede şunu demek istemiş olursunuz: Biz, iyi bir yönetime sahip olabilmemiz için tarihimizin aklını bulmalıyız. Böylece Farabi'nin dediklerine dönmüş oluyoruz. Bedenimizi, evimizi, şehrimizi ve ülkemizi kendi aklımızla yönetelim.

Bu çok tehlikeli bir düşüncedir. Bunu da İslamcılardan başka kimse seslendiremez. Bu sırada İslamcıların önemli bir bölümü aydınlanmanın aklıyla kurulmuş iktidarın nimetlerinden istifade etmekle meşgulken bunları düşünemiyorlar. Zaten biz de bu İslamcıları liberal kapitalizme ve küresel hegemonyaya iç-güveyi olarak hediye ettik. Tepe tepe kullansınlar.

Modern sistemin İslam'la ve dünyaya ahlak, özgürlük ve adalet için mücadele etmeyi öneren İslamcılarla uzlaşmamasının sebebi böylelikle anlaşılmış oluyor: Batı karşısında liberal, solcu, marxist, sosyalist, milliyetçi, sağcı-muhafazakar olabilirsiniz. Ama İslamcılık başka bir akıl öneriyor. Diğerlerinden olmanız sistem gereğidir. Çünkü modern ulus devletlerin semalarında dalgalanan bütün bayraklar aynı boydadır, sadece renkleri ve simgeleri farklıdır.