Libya’yı işgale hazırlanan Amerika, şimdilik kendini ikinci planda tutmaya çalışıyor. Asli ortakları İngiltere, Kanada ve diğer ülkelerin iştahını göz önüne aldığımızda bunu pek yürütmeyeceği anlaşılıyor. Libya krizi aslında Amerika’nın gizlemeye çalıştığı yüzünü ortaya çıkardı. Dünyada her ne savunuyorsa aslında pek de bu değerlere sadık değil.
Pek gerilere gitmeye gerek yok. 2005 yılında deşifre edilen bilgilere göre CIA’nın paravan şirketlerine bağlı işkence uçakları ülkeden ülkeye uçuyordu. ABD, hukukun şeklini ihlal etmemek amacıyla işkenceyle sorgulamak istediği insanları uçaklara doldurup üçüncü ülkelere götürüyordu. Uçaklar sadece nakliye görevini yapmıyor, işkence mekanı olarak da kullanılıyordu. Pek medyada yer almasa da bu yüz kızartıcı uçakların en sık uğradıkları ülkelerden biri Türkiye idi. Bir iki kere değil, defaatle bu uçaklar Türk hava limanlarını kullanmış. Uçakların güzergahı üzerinde sekiz ülke var. Avrupa Konseyi soruşturma başlatmıştı, Hollanda büyük tepki göstermişti. Türkiye’den başka belirgin şekilde zan altında olan diğer ülkeler Romanya ve Polonya’ydı. Avrupa söz konusu olduğunda bu üç ülke aynı ligde. Yani üçüncü lig. Bu ülkeler (Türkiye, Romanya, Polonya) Amerikan’ın şu veya bu yöndeki isteklerine -bunların bir bölümü hukuk dışı da olsa- karşı koyabilecek durumda değiller.
2005’ten sonra ABD işkence yapmak için zorlanmıyor, işkenceci ve işkence mağduru insanları uçaklara doldurup ülke dolaşmak zorunda kalmıyor. Çünkü Bush zamanında Amerika’da işkence “hukuki (?)” çerçeve içine alındı. Bu sayede işkence ABD için bir suçlama aracı veya bir yakıştırma olmaktan çıktı. Hararetli tartışmalara rağmen ABD yönetimi, “sorguda işkence yapılabileceği”ne ilişkin bir yasayı kabul etmişti. Dick Ceheney’in başını çektiği ve elbette yönetimde en etkili ekip, açıkça “Güvenlik söz konusu olduğunda işkencenin tolere edilebileceği” tezini savunuyordu. Yeni yasa “işkencede aşırı gitme”ye izin vermiyordu (!) Tasarı halinde iken yasa mesela Gunatanamo ve başka yerlerdeki tutukluları işkenceye maruz bırakmayı yasal hale getiriyor, buna mukabil itiraz haklarını ellerinden alıyordu. Yeni şekliyle bunun nispeten önüne geçilmeye çalışıldı, ne var ki yasa açıkça “uluslar arası tanıma göre işkence sayılan davranışlar”ı yasal (!) hale getiriyordu.
Obama, başlangıçta bu konuyu ele aldı ve işkenceye karşı tavır koydu. Fakat sorun kökten çözülmedi, iddialara bakılırsa bir tür yeni Guantanemolar yasa dışı şekilde ve yollarla devam ediyor. Amerika’ bu konuda sicilibozuk önemli ülkelerden biri. Bazı iddialara göre 1970-1990 yılları zarasında Amerika istihbarat örgütleri ve elemanları dünyada kendilerine muhalif olarak teşhis ettikleri 3 milyon insanın ya öldürmüşler ya da sakat bırakmışlar.
Bazı siyaset bilimcilerin ve düşünürlerin zihnini meşgül eden bir soru var: Amerika, ülke işgal etmeye devam ettikçe acaba hızla bir faşizme doğru mu kayıyor? Tabii ki iç siyasi sistemi ve işleyen demokrasisi açısından bakıldığında böyle bir hükme varmak mümkün değil. Ama dış dünyaya gösterdiği yüzü son derece ürkütücü. Bunun vahim bir gelişme olduğunu düşüneneler var ve ABD’de Irak’ın işgali dahil olmak üzere İkiz Kuleler’in saldırıya uğradığı 2001 yılından beri yönetimin icraatlarına şiddetle karşı koyan güçlü gruplar, sivil toplum kuruluşları, siyasetçiler, aydınlar var. Ancak yönetim kademelerinde bu yönde eğilimler giderek güçleniyor. Obama’nın Amerikan demokrasisine herhangi bir derinlik getirdiğini kimse düşünmüyor.
Herkesin üzerinde ittifak ettiği noktalardan biri şu: Amerika’da son 50 yılda “aşırılaştırılmış yorumları”yla Hıristiyanlık hızla gelişti. Evanjeliklerin etkisi bariz olarak hissediliyor. Bunların yörüngesinde iki dönem görev yapan Başkan Bush, “Tanrı tarafından görevlendirildiği”ni söylüyordu. Huntington’ın inşa etmeye çalıştığı “yeni Amerikan kimliği” baskın dini çizgiler taşıyordu. Sosyal bilimciler de kabul eder ki, eğer dünyada gerçek anlamda bir “dini fundamentalizm”den söz etmek gerekirse, bu geçen yüzyılın ilk çeyreğinde ABD’de teşekkül eden Portestan Hıristiyanlar için söz konusudur. Dinin bu şekilde fundamentalizm olarak formüle edilmesi politik, ekonomik ve askeri güçler tarafından suistimal edilmesini kolaylaştırıyor. Fundamentalizm, kabul görmediği yerde zorunlu olarak şiddete başvuruyor.
Askeri işgal, yasallaştırılmış işkence, dışlayıcı ve baskıcı yeni kimlik tanımı ile hoşgörüsüzlük elele verdiğinde iç karartıcı bir tablo ortaya çıkmaktadır. İlginç olan şu ki, Irak’ı işgal etmeden önce “Kutsal Haçlı savaşı”ndan söz eden Bush’u, şimdi Libya’yı işgale hazırlanan Fransa’nın tekrar etmesidir. Fransa İçişleri Bakanı Claude Gueant şöyle dedi: Tanrı’ya şükür ki Sarkozy, Haçlı Seferi’nin önderliğini yaptı.” Radikal laikliğiyle ün yapan Fransa’nın bir Müslüman ülkenin işgali dolayısıyla “Haçlı Seferleri”ni hatırlaması atlanmaması gereken bir noktadır.