Hüsnü zannı esas alırsak, AK Parti'nin ilk kurucu kadrosu ve R. Tayip Erdoğan'ın gönlünden geçenin Milli Görüş'ten ayrılırken kuracakları partiye "Müslüman Demokrat Parti (MDP)" ismini vermek istemeleriydi. Bu gayet tabiiydi, siyasi hareketin kendi asli mecrasında seyretmesi, dışarıdan mekanik müdahale ve sadmelere uğramadan kendi bildiği yolda ilerlemesi anlamına gelirdi. Hem Türkiye ve İslam dünyasındaki siyasi krizin aşılmasına bir katkı sağlardı, hem "din ve dünyevi siyaset" konularında derin bir açmaza girmiş bulunan Batı siyaset düşüncesine değerli bir açılım getirme potansiyeline sahip olurdu.
Elbette "Müslüman demokrat" kimliği bir çırpıda kabul edip içselleştirmek kolay değildir, doğru da değildir. Bu ucuzculuk olur, yeterince kelam, fıkıh, tarih, sosyoloji ve felsefe zemininde tartışılmadan kabul edildiğinden bir iç talep ve arzu olmaktan çok, bir iktibas, bir öykünme ve Tanzimat'tan bu yana yapageldiğimiz gibi bir analoji ve ucuz ithalatçılık olurdu. "İslam ile demokrasi" arasındaki ilişkinin mahiyeti ve doğasıyla ilgili tartışmalar henüz son bulmamış olsa da, toplumun özgürleşmesi, devletin ideolojik, emredici ve taşıyıcı bir aygıt olmaktan çıkıp klasik ve tabii fonksiyonlarına dönmesi için, genel geçer demokratik standartların yerleştirilmesi gerektiği konusunda Müslümanlar arasında üç aşağı beş yukarı bir anlayış birliği olduğunu söylemek mümkün. Bu anlayış birliği, pratik, aktüel sebeplerden kaynaklanıyor olsa bile önemsenmelidir. Tartışma ve müzakereler devam ederken, İslam dininin zengin imkanlarından ve toplumsal kültürün ana kodlarının dine dayanması dolayısıyla Müslüman demokrat bir siyasi hareket, herkese daha çok özgürlük ve hukuk sağlayabilecektir. Nasıl demokrasi tarihin bir anında çekilip de dondurulmuş bir fotoğraf değilse, nasıl toplumsal ve tarihsel durumlara paralel olarak gelişip değişimler geçiriyorsa, beşeri bir içtihat alanı olarak Müslümanın siyasi tutum ve davranışlarının ne olması gerektiği konusu da öyledir. Müslümanlar, içinden geçtikleri maddi ve toplumsal konjönktüre göre, dinin sabitelerini, siyaset ve idare yoluyla gözettiği maksatları temel alarak yeni yöntemler, siyasi teknik ve formlar geliştirmek durumundadırlar. Demokrasi gibi İslam'da siyaset düşüncesi de donmuş bir fotoğraf değildir, devamlı değişen ve tekamül eden bir süreçtir, bu süreç her toplumsal ve tarihsel aşamada birtakım arızi farklılıklar gösterebilir.
Fakat bu elbette, gündelik, acil ve somut sorunlarla yüzyüze bulunan Müsülanların oturup da ulema ve akademisyenlerin kimbilir kaç zaman sürecek tartışma ve müzakerelerinin bitmesini bekleyecekleri anlamına gelmez. İnsan bir yandan düşünür ve aklederken diğer yandan eylem yapar, davranır. Önemli olan düşünmenin asli parametlere (asıllara) ve meşru bir yönteme (usul) uygun gerçekleşmesi, eylem ve fiillerin de düşünce ile bağlantılı ve uyumlu tahakkuk etmesidir.
Ancak iç hukuk mevzuatı, üst üste kapatılan partiler (MNP, MSP, RP, FP), toplumun küçük bir bölümünün (laikçi zümreler ve bürokratik merkez) "dinin siyasette rol alması"na karşı gösterdiği sert tepki ve bunlarla ilintili olarak uluslar arası konjönktür (ABD, AB ve İsrail) böyle bir ismin verilmesine imkan tanımıyordu. ABD ve Avrupa, başka bir ifadeyle dünya üzerinde hegemonya kurmuş bulunan Batı, Sovyet ittifakının dağılmasından sonra kendine düşman olarak İslamiyet'i ve Müslüman dünyayı seçti. Amerika, Afganistan ve Irak'ı işgale etmeye kalkıştığında gerekçe olarak "İslami terör"ü öne sürdü. Batı'da giderek "İslamcılık (İslamizm)" terör ve şiddetle, bağnazlık ve uygarlık düşmanlığıyla eş anlamlı anılmaya, İslamofobi politikaları geriden beslemeye başladı. Bu çerçevede AK Partililerin "İslamcı tanımlaması"ndan kaçınmalarını bir ölçüde anlamak mümkün.
Fakat "zaruretler dolayısıyla bir mahzurun ibahesi" genel bir kural değildir, geçici bir tedbirdir ve en önemlisi zihnen ve ruhen ibahenin içselleştirilmesine mazaret teşkil etmez. "Zaruret" dolayısıyla "Müslüman ve İslamcı" ismini bırakıp "Muhafazakar demokrasi" kimliğini benimseyenler, bir süre sonra isimle müsemma olup, sahiden de İslam'ın siyasi, toplumsal, ekonomik ve uluslar arası düzene ilişkin itiraz ve önerilerini neredeyse kategorik olarak, yani sadece "İslam dininden neş'et ettikleri" için reddetmeye, bunlara karşı olduklarını ısrarla belirtmeye ve böylelikle "din ile hayatın arasını ayırmaya başladılar.
"Bölgesel ve etnik milliyetçilik" yanında siyaset bilimi açısından hayli garip olan "dinsel milliyetçilik"in reddi, yeri geldikçe "paranın ve ekonominin dinle ne alakasının olduğu"nun sorulması, "biz dini ve İslamiyet'i siyasette referans almıyoruz" denmesi ve dil ve ertoriğin parti teşkilatlarında en alt kademelere kadar sirayet etmesi böylesine trajik bir gelişmeye sebebiyet verdi. Giderek salt siyasi ve toplumsal bir konu olan "İslamcılık"a karşı tavır alayım derken, "halk padişahın dinindendir" fehvasınca sıradan insanın İslamiyet'in kendisinden uzaklaşmasına, zihin dünyasında İslamiyet'i Batı tipi laikleştirmesine mesnet teşkil etmeye başladı. Bu AK Parti'nin İslamcılığın ötesinde, İslam'a verdiği önemli zararlardan biri oldu.