Avrupa’yı 1993’te büyük bir fırtına vurdu ve Treblinka’nın ağaçları bile köklerinden söküldü. Naziler yarım yüzyıl kadar önce, Kızılordu’nun gelişinden önce ölüm kamplarını ortadan kaldırırken, Yahudi kurbanlarının yüz binlercesinden kalanları etrafa saçmıştı. Şimdi, o bölgede, her biri görülmeyen ölülerin bir zamanlar yaşadıkları şehrin üstüne kazılı olduğu sadece birkaç gri taş, mumlar ve - fırtınadan sonraki - sökülmüş ağaçların kalıntıları var. Etrafı dolaşıp ters dönmüş köklere baktım. Ağaç dibindeki çalılıklarda ve çarpık bir kökte küçücük kemik parçaları duruyordu, bir de insan dişi; gri Polonya ikindisini belli belirsiz yansıtan bir dolgusu vardı.

Yönetmen Michael Dutfield ile birlikte, Beyrut’tan Bosna’ya kadar Müslümanların Batıdan neden nefret ettiğini soran bir dizi film yapıyoruz. Beyrut’tan Akka’ya bir Filistin sürgününün anayurduna kadar izini sürdüm, buradaki yaşlı Yahudi ev sahibi - İsrail yasalarına göre Filistin evi şimdi onun evi olmuştu - bana Polonya’dan kovuluşunu ve annesinin Treblinka’daki gaz odalarındaki ölümünü anlattı. Onun Polonya’daki evini de, Trebinja kasabasında bulduk - “Geri mi geliyorlar?” diye sordu, kasvetli madenci kasabasında kapısını çalmamla dehşete düşen evsahibi kadın - ve yaşlı adamın annesinin öldürüldüğü Treblinka’da çekim yaptık.

Platformun üstünde hâlâ “Treblinka” yazan bir tabela taşıyan ve bir zamanlar Yahudilerin bindirildiği hayvan nakliye trenlerini uzun ağaçların gizlediği kampa ve seçme rampalarına taşıyan tali hattın olduğu yerde çimenle kaplı bir yolun olduğu, rüzgarlı bir tren istasyonu var. Treblinka’ya ulaşmak için gittiğimiz yollar bile Naziler tarafından yapılmış. Bütün bu kötücüllükten haberdardım. Daha altı yıl önce, Kudüs’te, “Korkunç İvan’ın”, bu korkunç yerdeki gaz odalarına Yahudileri sopalayarak sokan ölüm kampı gardiyanının davasının bazı kısımlarına katılmıştım. Her gün, İsrailli okul çocukları Nazilerin - Demjanjuk aslen Ukraynalıydı - Avrupa Yahudilerini nasıl bir kaderle karşı karşıya bıraktığını ilk elden öğrenmek üzere, batı Kudüs’te John Demjanjuk’un yargılandığı modern küçük mahkeme salonuna taşınıyordu.

Delici gözlükleri ve keskin suratıyla Demjanjuk, tanıklar onu Treblinka’daki işkencecilerin en zalimi olarak tanımak üzere öne çıktıkça her tarafına baktı. Avrupalı avukatı, American Colony otelinde kalan bir İrlandalıydı, İsrail’in kanıtının elzem bir parçası olan Demjanjuk’un kimlik kartının sahte olduğunda ısrarlıydı.

Avukatlık görevini mahkemenin suçlananlar için sorumluluğunu taşıdığı kadar ciddiyetle ele alan yakışıklı bir adamdı - İsrailli kızlar baygınlık geçiriyordu. Demjanjuk’un masum olduğunda ısrar edip durdu. Ve onu ölüme mahkum ettikten, altı yıl hükümlü olarak bir hücreye hapsettikten sonra, mahkeme de sonunda aynı sonuca varmıştı. Demjanjuk “Korkunç İvan” değildi. Suçlu değişimi için geldiği Amerika’ya geri gönderildi. Elzem kanıtlar Amerikalılar tarafından mahkeme hakimlerinden saklandığı halde - ve 1962’de daha büyük bir canavar, Adolf Eichmann İsrail’de adilce yargılandığı halde - bu İsrail’in en mutlu anı değildi.

Filmi çektikten sonra Varşova’dan Treblinka’ya dönerken, 1993’te - Demjanjuk’un bırakıldığı yıl - Polonyalı çevirmenimiz, avukat genç kadın, Ukraynalı Nazi kamp gardiyanını duyup duymadığımı sorduğunda, daha da çok afallamıştım. Evet, dedim, Demjanjuk’un Kudüs’teki davasını izledim. Nazi işgali sırasında Treblinka’nın acımasız bir uydu kampı olan Sobibor’un yakınlarından geçiyorduk ve çevirmenimiz birden “orada herkesin Demjanjuk’u tanıdığını” söyledi. Şaşkınlık içinde ona döndüm. “Evet” dedi. “O zamanki karısı Treblinka’da değil, Sobibor’da yaşardı ve çok insan karıyı da kocayı da tanır. Sobibor’da adı iyi bilinir.” Şahane yazar Gitta Sereny, daha önce Sobibor bağlantısını ortaya çıkarmıştı. Ama burada Demjanjuk’u gerçekten hatırlayan insanlar vardı.

Adam kaçırma cehennemi Beyrut’a döndüm ve bu konuşma çabucak aklımdan çıkıverdi. Üç ay önce John Demjanjuk bu kez Almanya’da ve - çok daha yerinde olarak - Sobibor’da insanlığa karşı işlediği suçlar nedeniyle yeniden mahkeme karşısına çıktığında, hâlâ Ortadoğu’daydım. Artık Kudüs’te gördüğüm keskin suratlı bürokrat gardiyan gitmiş, “Korkunç İvan” adıyla şanlandırılmıyor (asıl adı Ivan Marçenko idi), siyah güneş gözlükleri takmış tekerlekli sandalye üstündeydi - yaşı 91 olmuştu - ve Münih’teki mahkemesi sırasında tek kelime konuşmadı.

Sobibor’da 28 bin 60 Yahudi’nin ölümünde suç ortaklığından beş yıllık hapis cezası aldı ve temyizi beklerken serbest kalmasına izin verildi. Sobibor’dan son sağ kalanlardan biri, eşini ve anne babasını gaz odalarında kaybetmiş olan 90 yaşındaki Jules Schelvis, davanın sonunda gayet geçerli bir soru ortaya koydu. “Kazandık mı, kaybettik mi?” diye sordu.

Demjanjuk’u cezalandırmak - Kudüs’ten Münih’e - neden 18 yıl sürmüştü? Beyrut iç savaşında belki bin, belki iki bin kişinin ölümünden sorumlu daha küçük suçluların - suçları işledikten sonra zar zor 21 yıl kalıcı dokunulmazlık içinde mutlu mesut yaşadıkları Beyrut’ta bu soruyu kendime sordum.

Demjanjuk’un son nefesine kadar hapiste kalmasını umarım. Ama İsrailliler neden onun doğru kimliğini bulamamıştı? Neden Sobibor için yargılamamıştı? Neden Beyrut’a döndüğümde Polonyalı çevirmenimle konuştuklarımızı unutuvermiştim? Nasıl oluyordu da Miloseviç hapiste ölüp Mladiç ve Karaciç mahkemede günlerini doldurmayı beklerken, Demjanjuk evinde güven içinde güzelce üstünü örtüyordu? Adaletten mi? Treblinka’da çürümüş dişini bulduğum adamın ölümünün üstünden kaç yıl geçerse katili artık mevzubahis olmaz, suçludan da önemlisi suç ne zaman?

Kaynak: Star