Filistin mücadelesinde "intifada" dönüm noktası teşkil eder. Bugüne kadar da 1987 ve 2000 yıllarında olmak üzere iki intifada hareketi başlatıldı ve her ikisinde de nisbi başarı sağlandı.
1987 yılında başlayan ilk intifada, Hamas'ı ortaya çıkardı. Filistin mücadelesinin fikri çerçevesini, 1987 yılına kadar, laik Arap milliyetçiliği, yani FKÖ çiziyordu. Hatta sadece FKÖ değil, Marksist sol örgütler de vardı. Önderlik kadrosunda, hem FKÖ hem de Marksist sol örgütlerden laik önderler ön plandaydı. Bu, Filistin mücadelesinde başından beri İslami unsurların olmadığı anlamına gelmiyor. İlk günden mücadelenin toplumsal ve manevi motivasyonunu sağlayan İslam'dır, ancak önderlik laik-sol ve milliyetçilerin elinde olunca İslami unsurlar 'sadece üzerlerine düşeni yapmakla" yetiniyorlardı.
Fakat laik Arap milliyetçilerinin ve Marksist sol örgütlerin yürüttüğü mücadele, İsrail karşısında kayda değer bir başarı gösteremedi. Zaten 1987 yılına gelinceye kadar, genel olarak Arap âleminde, FKÖ'nün Arapların "muvazaa örgütü" olduğu yolunda yaygın bir kanaat vardı. Bir bakıma Araplar, Filistin mücadelesini kendi başlarından atmak için, FKÖ'ne ihale etmişlerdi. Keza FKÖ, Arap âleminden, Arap zenginlerinden ve devletlerinden her zaman çok büyük mali destekler görmüştür. Sonuçta, Arap kamuoyunda FKÖ için, bir muvazaa örgütü kanaati oluşmuştu. Yani Araplar İsrail'le savaşmak, onunla yüz yüze gelmek istemediklerinden; bu işi FKÖ'ne ihale etmişlerdi, dolayısıyla bu mücadeleden bir sonuç elde edilmeyeceği belliydi. Hemen şunu söylemek gerekir ki, Yaser Arafat, bunun çıkar yol olmadığını anlamış ve bundan vazgeçmenin yollarını aramaya başlamıştı. İsrail'in onu ortadan kaldırmaya karar vermesinin önemli sebeplerinden buydu.
Durum öyle olmakla beraber Arap kamuoyunun tedirginliği hiçbir zaman sona ermedi, çünkü bunu besleyen gelişmeler her zaman vuku buluyordu. Neydi bu gelişmeler?
Birincisi İsrail, Nil'den Fırat'a kadar yayılacak "Büyük İsrail" devletinden söz ediyor. Yahudilerin inancına göre Yahova'nın Tevrat'ta İsrail kavmine vaat ettiği topraklardır bunlar. Bu durum, sadece Arap âleminde değil, belli ölçülerde Türk kamuoyunda da, kısmen bir tedirginlik sebebiydi. Çünkü Nil'den Fırat'a kadar yayılan geniş coğrafyada Türkiye'nin bir bölümü de dahildi.
İkincisi, İsrail, Müslümanların kutsal topraklarına her istediği zaman girebiliyor, saldırılar düzenleyebiliyor ve bu saldırılarından sonuç alabiliyordu. Tabiri caizse, mahalle kabadayısı gibi hiç kimseyi takmıyor; ne uluslar arası kamu oyunun baskılarını ne uluslar arası örgütlerin kararlarını dinliyor. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi, İsrail hakkında 21 karar almış bulunuyor. Söz konusu kararların bir kısmı bağlayıcı bir kısmı da tavsiye niteliğindedir. Fakat İsrail, hiçbir kararı tanımamış, hiçbir kararla kendini mukayyet saymamış, her zaman bildiğini okumuştur. Hiç kimse de İsrail'e, "BM Güvenlik Konseyi'nin aldığı kararları, sen nasıl tanımazsın" demiyor. İsrail, kafasına estiğinde veya kendince bir tehdit değerlendirmesi yaptığında Lübnan'a, Filistin topraklarına saldırabiliyor; insanları, sivilleri öldürebiliyor; Suriye'yi hatta Tunus'u vurabiliyor ; yabancı ülkelerde gizli operasyonlar yapıp suikastlar düzenliyor, cinayetler işleyebiliyor ve hiç kimse İsrail'e karşı her hangi bir müeyyide uygulayamıyor.
1948, 1967 ve 1973 yıllarında üç büyük savaş yapıldı. Anlaşıldı ki, İsrail bölgede tek başına değildir; onun arkasında ABD ve neredeyse bütün Batı dünyası var. Gerçek şu ki Filistin mücadelesi, aslında İsrail'le Filistinliler, İsrail'le Araplar, hatta İsrail'le İslam dünyası arasında bir mücadele değil; İslam ile Batı dünyası arasında bir mücadeledir. Zira bu üç savaş, bu kanaati kristalize etti, somut bir biçimde ortaya çıkardı.
Büyük savaşların dışında arada yaşanan büyük trajediler de var. 1975 Telza'ter katliamı ve 1982 yılında İsrail'in girdiği Beyrut'ta Sabra ve Şatilla katliamlarının başlarında Ariel Şaron'un bulunduğu askerlerinin gözetiminde gerçekleşmesi vd.
Bunun dışında İsrail, hem işgal ettiği topraklarda hem de kendi topraklarında yaşayan Filistinlilere karşı insan haklarının hiçbir maddesiyle kendini bağımlı hissetmiyor; insan haklarına riayet etmiyor. Mesela Gazze'yi yıllardır açık bir temerküz kampı gibi tutuyor. Bu uluslar arası hukuk normları açısından tabii ki suçtur. Gazze, açık bir hapishanedir. Keza İsrail, kendi yurttaşları olan Araplara da eşit davranmıyor, onlara ikinci sınıf insan muamelesini reva görüyor, yine hiç kimse İsrail'e herhangi bir müeyyidede uygulamıyor, dünya bütün bu olup bitenlere seyirci kalmakla yetiniyor.
Bütün bunlar bir araya getirildiğinde, FKÖ'nün, bu önderlik kadrosu ve bu ideolojik donanımıyla İsrail'e karşı koyabilecek formasyonda olmadığını gösteriyordu. İş başa düşmüştü. Şeyh Ahmet Yasin ve diğer Müslüman liderler, başlangıçta bir yardımlaşma kurumu olarak ortaya çıkmış bulunan irili ufaklı grupları bir araya getirerek yeni bir mücadele tanımı yaptılar ve 1987'de ilk intifadayı başlattılar.