En çok Akdeniz’i, özellikle Doğu Akdeniz’i anlatan tarihsel romanları severim. Yalnızca ticari metaları değil, başka kültürlerden masalları, başka diyarlardan haberleri bir yerden bire dolaştıran kervanların kâh denizde, kâh çöllerde geçen yolculuklarını anlatan romanları.

Türkçe, Farça, Arapça, İbranice konuşan insanların sevdalarından, üzüntülerinden dem vuran o romanlarda, kahramanların pasaportsuz, vizesiz, Filistin’den yola çıkıp, Mısır’a uğrayıp, Anadolu’ya ulaşması, Irak’ın ve Suriye’nin kervansaraylarına dinlenip, Lübnan’da eğlenmesini anlatan romanlar yitik bir cennetin, bir zamanların Doğu Akdeniz’in ne güzel bir tasviridir.

Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun bu hafta yaptığı ve izlediğim Mısır gezisinde de sık sık Doğu Akdeniz’e vurgu yapıldı. Türkiye’nin maksimum işbirliğini öngören Ortadoğu politikası Arap dünyasında iki biçimde algılanıyor, Suriye’nin başını çektiği bir grup, bu politikayı neredeyse yeni kurtarıcı olarak görürken, Mısırlı entelektüellerin başını çektiği başka bir grup da çekimser. Onlar, bölgede bırakın maksimum işbirliğini, sıfır sorunun bile pek mümkün olmadığını, Türkiye’nin Mısır’dan rol çalmaya çalıştığını, Ankara’nın AB’ye bileti Ortadoğu üzerinden almaya çalıştığını düşünüyor.

Kahire’yi “Arap dünyasının beyni” olarak tanımlayan Davutoğlu, Mısır gezisinde entelektüellere, Türkiye’nin Ortadoğu vizyonunu anlatmaya özel bir önem gösterdi, Arap Ligi Dışişleri Bakanları toplantısında “Çabalarımız, prestij sağlama ya da kişisel çıkarlarımız üzerine kurulu değil, amacımız bölgenin, bölge tarafından sahiplenilmesi” dedi.

Doğu Akdeniz’in ‘yitik bir cennete’ dönüşmesinin suçunu hep başkalarında aramaya eğimli Ortadoğu aydınlarına, “Başkalarını, kolonyalizmi, emperyalizmi suçlamaktan vazgeçelim, biraz da kendimize bakalım. Enerjimizi birbirimize dengelemeye değil, işbirliği yapmaya ayırırsak, kendi kaderimizi elimize alabiliriz” mesajı verdi ve “Eğer şimdi yaptığımız gibi davranmaya devam edersek, dünyanın yükselen güçleri doğal kaynaklarımızı ve insan gücümüzü sömürmeye devam edecek” vurgusu yaptı.

Davutoğlu’nun Mısır’daki konuşmalarından anladığım kadarıyla, o da ‘yitik cennete’ kavuşmanın o kadar kolay olmadığını biliyor, Mısır aydınlarının başını çektiği gruba, kendisinin ‘ütopik’ geldiğini de. Bunu da dile getirmekten çekinmedi zaten.

Türkiye’nin yalnızca komşularıyla entegrasyonunun değil, bölgesel entegrasyonların da önemli olduğunu vurgulayan Davutoğlu, artık Türk dış politikasının Araplar arası çekişmelerden uzak durmadığını, Türkiye’nin müdahalelerinin dışarından müdahale olarak görülmediğini anlattı. Ama yalnızca Türkiye’nin siyasal iradesinin de yeterli olmadığını, olamayacağını, herkesin bu vizyonu paylaşması halinde sonuç alınabileceğini de vurguladı.

‘Yitik cennete’ geri dönmek gerçekten de zor, hele ki İsrail-Filistin meselesi her geçen gün daha da açmaza girerken, bölgenin önemli iki ülkesi İran ve Mısır birbirlerine bu kadar ters düşerken, Irak’ın geleceği belirsizliğini korurken, Irak ve Suriye bir türlü barışamazken...

Oysa Davutoğlu’nun Mısır’da da vurguladığı gibi, bölgeye sahip çıkmanın yolu, karşılıklı ekonomik bağımlılık yaratmaktan, üst düzey temasları sık sık yapmaktan, ortak bir güvenlik algısı geliştirmekten ve bütün dinlerin, mezheplerin, kültürlerin bir arada yaşayabildiği bir atmosfer oluşturmaktan geçiyor.

Belki de mesele tam da burada, Doğu Akdeniz, yalnızca sömürgeleştiği için, teknoloji geliştiremediği için değil, üretimini arttıramadığı, çok kültürlü bir demokrasi geliştiremediği için yitik cennet oldu.

Doğu Akdeniz’i tasvir eden resimlerde, manzaralar ve kültürel öğeler bu kadar vurguluyken insanlar hep silik resmedildi. ‘Yitik cenneti’ geri getirmenin asıl yolu da o silik insanlara yüz kazandırmaktan geçiyor.

Kaynak: Radikal