Globalleşme ilerledikçe bir ülkenin iç politikasıyla dış politikası, evrimini etkileyen iç dinamiklerle dış dinamikler arasındaki ayrımın giderek ortadan kalktığının farkındayım.

Yine de, Türkiye'nin kaderini eninde sonunda iç çelişkilerinin ve bunlardan kaynaklanan iç mücadelelerin belirlediğini düşünüyorum. Eğer bugün Türkiye bir siyasi krize girmiş, iktisadi kriz tehdidiyle karşı karşıya kalmış ise, kuşkum yok ki bunun temel nedeni, vesayet altında demokrasiyi sürdürmek isteyenlerle, demokrasinin normalleşmesinden yana olanlar arasındaki iktidar mücadelesi. Yine de, dış dünyadan kaynaklanan etkenlerin bu noktaya gelmemizde azımsanmayacak bir rolü olduğu kanısındayım.

Dünya görüşünü şu veya bu ölçüde paylaştığım kimselerin bir kısmı içinde bulunduğumuz krizi esas olarak AKP hükümetinin 2005'te AB ile katılım müzakerelerine başlanmasından sonra reformları savsaklayarak, kurulu düzenle, vesayet kurumlarıyla uzlaşma eğilimine girmiş olmasıyla açıklıyorlar. "Anadan doğma demokrat" olmak iddiasında ve herkese "demokratlık notu" dağıtma hevesindeki bazıları da, AKP'nin (AB ile katılım müzakerelerini başlattığını, Kürtlerin çoğunun desteğini kazanarak ülke bütünlüğünü koruduğunu, ülkeye ekonomik kalkınma getirdiğini unuttukları gibi) kurulu düzenle uzlaşma eğilimine girmesini "özde" demokrat olmayışıyla, bu nedenle vesayet kurumlarına zamanında haddini bildirememiş, onları hizaya getirememiş olmasıyla izah ediyor.

Bu fikri daha önce de işlemiş olabilirim, ama yine tekrarlayacağım: Bugünkü kriz, AKP hükümetinin demokratikleşme konusunda kararlı davranmaması, kurulu düzenle uzlaşma araması kadar (bunun önemli bir nedeni olarak) Batı desteğinden yoksun kalmasıyla da ilgilidir. 1999'da Türkiye'nin öteki adaylarla eşit koşullarda üye olacağını söyleyen AB, 2005'te ağız değiştirdi: İkinci sınıf üyelik önerilmeye başladı; "üyelik olmaz, ayrıcalıklı ortaklık verelim" lafı yayıldı. Çözüme "hayır" diyen Kıbrıslı Rumlar 2004'te AB'ye üye alınırken, Kıbrıslı Türklerin tecritine devam edildi.

Bunun üzerine AB'nin Türkiye üzerindeki "yumuşak gücü", yani model olarak etkileme vasfı giderek zayıfladı; halen de can çekişmekte. AB inanılırlığını yitirince, kamuoyunda katılım sürecine destek % 70'lerden 40'lara, bir ara daha aşağılara indi. Ulusalcı ve milliyetçi muhalefet azgınlaştı. AKP iktidarına karşı "gitsin de nasıl giderse gitsin" örgütünün harcadığı yılmak bilmez çabaları ise en iyi İsmet Berkan anlatıyor (Bkz: "Ergenekon'un yakın tarihi", Radikal, 4 Nisan'dan bu yana).

AKP hükümeti, ABD'nin de kazığını yedi. Ankara, Irak'ın işgaline suç ortaklığı yapmayı reddettiği için çeşitli şekillerde cezalandırıldı. Türkiye'nin AB reformları yolunda ilerlemesi halinde zemin kaybetmekten korkan PKK, 2004 yazından itibaren saldırılarını tırmandırırken, Washington ta Kasım 2007'ye gelene kadar PKK'ya karşı Ankara'yla ciddi işbirliği yapmaktan kaçındı. Bu yüzden ABD yönetiminin izlediği politikaların uyandırdığı tepkiler Türkiye'de zirve yaptı; "Sevr sendromu" azdı. Bütün bu dış etkenler AKP içindeki (ister kurulu düzen taraftarları, ister "Truva atları" deyiniz) reform muhaliflerine de cesaret verdi. AKP yönetimi 27 Nisan'da Genelkurmay'ın verdiği e-muhtıraya 22 Temmuz seçim zaferiyle cevap verdi, ama o tarihten sonra kapıldığı aşırı özgüvenle yaptığı vahim yanlışlar ve düştüğü tuzaklar, bu defa "yargı darbesi"yle karşılaşmasına ortam hazırladı.

Gerek AB gerekse ABD olarak Batılı dost ve müttefiklerimiz, istikrar içinde kalkınan demokratik ve laik Türkiye'ye sırt çevirmenin gerek Türkiye gerekse Batı dünyası için bedelini, belki bundan sonra daha iyi hesap ederler. Umarım Türkiye'nin Avrupa'daki dostları AB'nin "yumuşak gücü"nü canlandırmayı başarır, böylelikle Türkiye'de demokratikleşmeye desteği yeniden harekete geçirirler... AB Komisyonu'nun Başkanı Jose Manuel Barroso ve Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn'in 10-12 Nisan arasında Türkiye'ye yapacakları ziyaretin bana düşündürdükleri esas olarak bunlar.

 
Kaynak: Zaman