Modern hayata katılma çabasındaki Müslümanların –elbette onları çeşitli kademelerde ve alanlarda temsil iddiasındakilerin- iyi bir sınavdan geçtiğini söylebilir miyiz? Bu sorunun cevabı, bizim modern dünya ile olan ilişkimizin hem muhtevası hem biçimi hakkında önemli bir fikir verebilir. Küçük ve somut bir örnekten hareket ederek bu soruya cevap verebiliriz. Mesela adalet anlayışımız ve elimize güç geçtiğinde adalete ilişkin uygulamalarımız hangi noktada bulunuyor? Buna bakabiliriz.
Küreselleşme kendisiyle beraber eşitsizliği küre ölçeğinde büyüttü; peki Müslümanların etkili olduğu iktidar zamanlarında eşitsizlik ve adaletsizlik olduğu gibi devam ediyor. Türkiye’de milli gelirin yüzde 46’sına nüfusun yüzde 20’si el koyuyor; son yüzde 20’lik nüfusun, yani yaklaşık 14 milyon insanın milli gelirden aldığı pay yüzde 6; bu üstelik bölüşümün gelebildiği “en iyi nokta” olarak kabul ediliyor. İller bazında durum çok farklı değil. Sözgelimi Mersin’de nüfusun yüzde 10’u 50 bin dolar alırken, nüfusun yüzde 60’ı ancak 300 dolar alabiliyor. Ekonominin iyileştiği yönündeki güçlü söylemlere rağmen, geniş kesimlerin durumunda herhangi bir iyileşmeye rastlanmıyor.
Sadece ulusal düzeyde değil, uluslar arası düzeyde de statükonun devamı, izlenen ekonomik politikaların eşitsiz büyümeye dayanması esasına dayandığından, bizim gibi ülkelerde her zaman rejim krizleri olur, yönetim meşruiyeti sorun olmakta devam eder. Rejim veya yönetim krizleri, iktidarı ellerinde tutanların uluslar arası düzeydeki makro bölüşümden kendilerine düşen payın üstüne kapanmak, bunun tekelini ellerinde tutmak ve refahı paylaşmamak istemelerinden kaynaklanmaktadır. Ulusal düzeyde bu temel konsepte dokunmayacağına ilişkin taahhütlerde bulunanların önü açılıyor, iktidar olmalarına izin veriliyor. Ortadaki pastanın “adil paylaşılması”nı küresel kapitalizm istemiyor, o zaman geniş kitleleri bir süreliğine teskin edecek kadrolar sınırlı iktidar imkanı tanınıyor, bunun karşılığında elbette bir miktar zengin olmalarına da izin veriliyor. Ama onların büyük pastadan alıp kendisiyle yetindikleri “miktar” devede kulak değil, kulakta tüy bile değildir. Pekiyi, bunun karşılığında ulusal ve küresel düzeydeki adaletsizliklere ve eşitsizliklere rıza göstermek değer mi?
Bugün için şu gerçeğin altını çiziyoruz: Ortadoğu’da artık siyasi rejimler fazlasıyla pahalı hale gelmiş bulunuyor. İdeolojinin, bunun etrafında toplanmış bulunan imtiyazlı zümrelerin ve merkezi denetimleri altında tutan çekridek-içi unsurların finansmanı önemli bir gider kalemidir. Ağır maliyete rağmen otokrat, baskıcı veya sureta demokrat rejim iş ve işlev göremez niteliğe bürünüyor; başka bir ifadeyle yönetenler yönetemiyor, yönetilenler yönetilemiyor.
İşte böyle durumlarda bir tür kullanma tarihi geçmiş siyasetçi ve yöneticileri değiştirmek icap etmekten başka çare kalmaz. O zaman da kapıya dayanmış büyük kalabalığın az bir bölümünü içeri almak için kapı hafifçe aralanır. Görece seçim sistemlerinin geçerli ve adına “demokrasi” denen sureta parlamenter rejimlerin olduğu ülkelerde merkez sağ ve merkez sol partiler dışındaki muhalif partilere iktidar yolları bu şekilde açılıyor.
Önce şu tespiti yapalım: Toplumun yüzde 80’i adına siyaset yapmak üzere ortaya çıkan İslami akımların bugün gelip dayandığı nokta, aralanmış kapıdan bir miktarı içeri alınanların konumu hükmündedir. Doğal olarak bu çerçevede servet ve statü belli ölçülerde el değiştirmeye başlayacaktır. Servetin el değiştirmesi veya yüzyıl boyunca sistem dışı kalmış toplumsal ana gövde adına bir bölüm insanın merkeze kabul edilmesi başlı başına sorun doğuracaktır. İki soru önemlidir: 1) Bir tür transfer yoluyla “bu taraf”a geçen servet hangi alanlarda ve nasıl kullanılacaktır, 2) Bu “emeksiz transfer” ne karşılığında yapılmaktadır?