Anayasa Mahkemesi 13 Haziran günü bir bildiri yayımladı: "Kararlarımıza karşı insani ve ahlaki değer taşımayan pervasızca eleştiriler yapılıyor.
Görülmekte olan davalar hakkında yazılan ve söylenenler suçtur..." diyerek savcıları göreve çağırdı. Ertesi gün Genelkurmay Başkanlığı bir bildiri yayımladı. Medyada TSK ve mensuplarına karşı "maksatlı ve seviyesiz bir karalama kampanyası" başlatıldığı, "açıklanması suç teşkil eden" bilgilerin "yasal olmayan yollarla elde edilerek gazete manşetlerine taşındığı... 'haber kaynaklarımız Genelkurmay'ın içinden' denilerek etik olmayan yollara" başvurulduğu belirtildi ve "bu tür yaklaşımlara karşı yasal yollara" gidileceğinin altı çizildi.

Gerek hukuk devletini korumakla görevli bir yüksek yargı organının, gerekse ülke güvenliğini korumakla görevli silahlı kuvvetlerin bu tür bildiriler yayınlamak zorunda kalmaları, hiç kuşku yok ki, çok üzücüdür. Ne var ki, iki güzide kurumun niçin eleştirilere maruz kaldıkları üzerinde düşünmek, üzülmekten daha önemlidir.

Demokratik bir toplumun dayandığı temel ilkelerden biri, kuşkusuz laiklik, yani din-devlet ayrılığıdır. Devlet dine, din de devlete karışmaz; devlet bütün inançlara eşit davranır, başkalarının özgürlükleriyle çelişmediği sürece herkes inanç özgürlüğüne sahiptir. Laik rejim budur. Demokratik toplumun laiklik kadar önemli bir başka ilkesi ise asker ile siyasetin birbirinden ayrılması; silahlı kuvvetlerin siyasetin dışında olması, siyaseten seçimle gelen iktidarlara bağlı olmasıdır. Demokratik toplumun laiklik kadar önemli yine başka bir ilkesi de yargı ile siyasetin birbirinden ayrılması, yargıçların kararlarını sadece hukuka bağlı olarak, hiçbir dış siyasi etki ya da baskı altında kalmadan vermeleridir.

Ne yazık ki Türkiye'de din-devlet ayrılığını gerçekleştirmekten hayli uzak olduğumuz gibi, asker ile siyaseti birbirinden ayırmamız da henüz mümkün olmadı. Asker, "Atatürkçü Düşünce Sistemi" ya da "Kemalizm" adı verilen, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün ideallerini adeta tepetaklak eden (onun adını sömürü konusu yaparak ne yazık ki saygınlığını aşındıran) ve hepsinden önemlisi, demokratik düzenle bağdaşmayan bir ideolojiye bağlı olarak siyasi sürece çeşitli yollardan müdahale ediyor. Ne yazık ki yargı organları zaman zaman, askerden kaynaklanan telkinlerle ya da ortak oldukları ideoloji nedeniyle, hukuk devletine değil devlet seçkinlerinin tercihlerine hizmet eden kararlar veriyorlar.

Anayasa Mahkemesi'nin cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısını, karar yeter sayısıyla eşitleyen kararı, anayasayı çiğnemedi mi? Üniversite öğrencilerine başörtüsü yasağını kaldırma yolunu açacak olan anayasa değişikliklerini iptal eden Mahkeme kararı, anayasa değişikliklerini ancak şekil yönünden denetime cevaz veren anayasaya açıkça aykırı değil midir? TSK mensuplarının çeşitli yollardan siyasal sürece müdahale etmesi, demokrasiye de, hukuk devletine de, anayasaya da aykırı değil midir? Askerin de, yargının da demokratik ilkelerle çelişen tutum ve davranışları elbette eleştirilecektir. Zira yanlışların düzeltilmesinin eleştiri ve tartışmadan başka yolu yoktur. Kimi eleştirilerin haksız, yakışıksız, ölçüsüz ya da maksatlı bulunması bu gerçeği değiştirmez.

Demokratik bir toplumda medyanın görevi, sadece haber, bilgi vermek, yorum yapmak değildir. Dördüncü kuvvet olarak medyanın görevi, siyasi, idari ve iktisadi güç sahiplerinin demokratik ilkelere, hukuka, kanunlara ve ahlaka uygun davranıp davranmadıklarını denetlemektir. Siyasiler yanı sıra (asker ya da yargıç) karar ve davranışları siyasi sonuçlar doğuran kişilerin özel hayatları dahi medyanın sorgulamasına hedef olabilir. Bu, basın meslek ahlak ve ilkelerinin çiğnenmesi, "etik olmayan davranış" olarak kesinlikle görülemez. Meslek ahlak ve ilkelerini çiğneyenler, güç sahiplerinin hukuka, kanunlara ve ahlaka aykırı davranışlarına göz yuman, bunları sorgulamayan, bunlara destek veren türden gazetecilerdir.


Kaynak: Zaman