Avrupa Futbol Şampiyonası yarı finallerinde son dünya şampiyonu İtalya, birkaç kez Avrupa şampiyonu Fransa, son Avrupa şampiyonu Yunanistan, şampiyonluğa aday gösterilen Hollanda, Portekiz, Hırvatistan yok, ama Türkiye var.
Bazı Avrupalılarca Avrupalı bile sayılmayan Türkiye yarın akşam Almanya'yı da geçer, finalde Rusya ile oynar mı bilmiyorum, ama üç zorlu rakibe karşı maçı yenilgiden galibiyete çevirerek buraya gelmeyi başarması büyük bir olaydır.
Bu başarı, şansın değil kesinlikle başarma iradesinin ve Türkiye'nin gücünü dünyaya gösterme azminin ürünüdür. Bütün dünyada şampiyonayı izleyen milyarlarca futbolsever artık şunu biliyor: Türkiye'nin 2002 dünya üçüncülüğü şans eseri değildi; Türkiye'de futbol oynanır... Ve bunun Türkiye'nin dünya çapında itibarına ve saygınlığına, "yumuşak" gücüne katkısı ölçülemeyecek kadar büyüktür.
İlk kez Harvard Üniversitesi'nin ünlü uluslararası ilişkiler profesörü Joseph S. Nye'ın dikkat çektiği üzere, ülkelerin iki türlü gücü var: Bir ülkenin "sert" gücü, ekonomisinin ve ordusunun güçlü olmasını ifade ediyor; "yumuşak" gücü ise tarihi, uygarlığı, (spor dahil) kültürü ve uyguladığı uluslararası politika (diplomasi) ile başka ülkeleri etkileme, onlara esin kaynağı ya da örnek (model) olma yeteneğini anlatıyor.
Bir ülkenin güçlü sayılması için sadece birine sahip olması yetmiyor; ikisi de gerekiyor. Bunun en önemli örneği ise kuşkusuz ABD. Dünyanın en güçlü ekonomisine ve ordusuna sahip olan ABD, George W. Bush yönetiminde izlediği askeri gücünü kullanarak iradesini dünyaya dayatma politikasıyla tarihinde hiç görmediği ölçüde itibar ve saygınlık kaybına uğradı. Şimdi Bush'un yanlışlarını düzeltmeyi vaat eden Barack Hüseyin Obama'yı, yani ilk kez Afrika kökenli bir Amerikalı'yı başkan seçerek dünyadaki itibarını ve saygınlığını, yani "yumuşak" gücünü yeniden inşa arayışında.
Hakan Altınay, "Insight Turkey" adlı İngilizce derginin son sayısında (Vol. 10, No. 2, 2008) çıkan yazısında soruyor: "Türkiye'nin yumuşak gücü: Parlatılmamış bir mücevher mi yoksa elle tutulmaz bir hayal mi?" Cevabım şöyle: AKP iktidarı altında Türkiye gerek "sert", gerekse "yumuşak" gücünü büyük ölçüde arttırdı. Türk ekonomisi 2002-2007 arasında ortalama yüzde 7 büyüdü, kişi başına gelir 10 bin dolara yaklaştı. Türk demokrasisi 2002-2005 arasında bir "sessiz devrim"e sahne oldu. AB yolunda yapılan reformlarla, askerin siyasi özerkliği hukuk düzeyinde büyük ölçüde geriletildi; Kürt kimliği fiilen tanındı, Güneydoğu'da PKK'nın etkisi kırıldı; işkence ve kötü muamele azaldı; ifade özgürlüğü hiç olmadığı kadar genişledi. Neticede AB ile katılım müzakerelerine başlandı.
AKP iktidarı altında Türkiye, Irak bataklığına bulaşmadı. Bütün komşularıyla ilişkilerini düzeltti. Kıbrıs'ta çözümsüzlüğün gerçek sorumlularını dünyaya gösterdi. Bölgedeki uyuşmazlıkların giderilmesinde aktif rol de üstlenerek barış ve istikrar ihraç eden bir ülke haline geldi. İslami değerlere saygı gösterilen laik bir demokrasi olarak bütün dünyada ve özellikle de İslam dünyasında büyük bir itibar ve saygınlık kazandı. 22 Temmuz 2007 seçimleriyle Türkiye halkı, dünya önünde büyük bir demokratik olgunluk sınavı verdi.
Ne yazık ki, AKP'nin başarıları yanında yaptığı hatalar, halkı kendini yönetmekten aciz gören, rejim üzerindeki vesayetini sürdürmek isteyen asker-sivil bürokrasinin demokratik sürece müdahalelerini tetikledi. Ve 2008'e gelindiğinde dünyanın en eski demokrasilerinden biri olan Türkiye'nin, gerçekte hâlâ daha askerlerin dizginleri elinde tuttuğu, Anayasa Mahkemesi'nin anayasayı hiçe saydığı, halkın büyük çoğunluğunu temsil eden partilerin kapatılma tehdidi altında olduğu, askeri darbe tehlikesinin ortadan kalkmadığı türden bir sözde demokrasi olduğu ortaya çıktı ve dünyaya tek kelimeyle rezil olduk. Böyle bir ortamda bizi ortak bir sevince boğabildiği, ulusal onurumuzu bir nebze olsun kurtardığı için milli futbol takımımızı ne kadar takdir etsek azdır.
Kaynak: Zaman