Filistin sorunuyla yakından ilgilenen vicdan sahibi İsrailli yazar ve aktivist Uri Avineri gibi ben de İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Fransa’daki açıklamalarını protesto etmesi karşısında eski bir Rus/Yahudi fıkrasını yeniden hatırlamanın cazibesine direnemedim. Fıkra bu ya, genç bir Yahudi Çarlık Rusyası döneminde Türklerle savaş için cepheye çağrılmış. Tren istasyonunun kaldırımlarından uğurlanması sırasında iki gözü iki çeşme ağlayan anne kendisini fazla yormamasını istemiş ve oğluna “Oğlum, kendini fazla yorma, bir Türk öldür sonra dinlen, sonra yine aynısını yap ve dinlen! Genç de cevap vermiş: “Peki Türkler beni öldürürse ben ne yapacağım anneciğim”? Annesi bu cevapla şoke olmuş ve öfkeli bir şekilde: “Seni niçin öldürsünlerki ey iyi huylu Yahudi, sen onlara bir şey yapmadın ki?”
Erdoğan’ın tek söylediği, ülkesinin, Filistinlilere karşı orantısız güç kullanımında aşırı giden ve sivillere karşı fosfor bombaları kullanan bir devlete “bravo, elinize sağlık, ne iyi yaptınız” diyemeyeceği...Netanyahu buna karşın, Dışişleri Bakanını örnek alarak Yahudi fıkrasındaki annenin yaklaşımıyla konuşuyor. Dünyanın İsrail’in yaptıklarına yüksek sesle bravo dememesini ve alkışlamamasını eleştiriyor. Öte yandan siyonistleşmiş bazı Fransız yazarlar ise taraftarlık ve fanatizm kokmaktan ziyade son derece yüzeysel bir bakış açısı sergileyen yaklaşımla, Erdoğan’ın İsrail’i eleştirdiği sözleriyle Sarkozy’nin Türkiye’nin AB’ye katılmasına şiddetle karşı çıktığı sözlerini birbiriyle kıyaslıyor. Ardından da Sarkozy’nın Türkiye’ye daha fazla muhalefet etmesini istiyor.
Bu gibilere göre, Türkiye’nin AB üyeliğini tartışmak, kendisiyle batıl kastedilen bir şey olsa da da Fransa’nın hakkıdır. Zira Fransa, etkileri bakımından iki yönlü ve her iki tarafı ilgilendiren bir konuyla karşı karşıya bulunuyor. Sonuçları ise hem Türkiye hem de Avrupa bakımından da oldukça ağır…Özellikle de şu sorular dikkat çekici: Avrupa, büyük ölçüde Hıristiyan-Yahudi karaktere sahip olan medeniyetiyle, ezici çoğunluğu Müslüman olan 71 milyonluk Türkiye’yi hazmedebilecek mi? Türkiye, tamamen Batılı özellikler taşıyan kanunlar ve farklı örfe sahip bir Avrupa kültürüyle uyum sağlayabilecek mi ?Özellikle Osmanlı medeniyetiyle yaşadığı kültürel ve dini çatışmalarla dolu kanlı bir tarih –ki bu tarih, kolektif vicdanda, halkın zihinsel yapısında ve medeniyet trendlerinde önemli boşluklar meydana getirmiştir- nereye konacak?
Kişi, sadece bu soruları ele almak amacıyla “işte efendim Türkiye’nin yeri Avrupa değil, daha çok Müslüman Asya’dır” diyen Sarkozy’nin, tam üyelik yerine Türkiye’nin imtiyazlı ortaklığını teklif eden Merkel’in, “AB, Hırvatistan ile müzakerelerden vazgeçtiği bir dönemde Türkiye ile müzakerelerde bulunması son derece komiktir” diyen eski Macaristan Başbakanı Wolfgang Shuchsel, veyahut “Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması AB’ye Karadeniz’in Doğu kıyılarında istikrar sağlama şansı verir” diyen isveç Dışişleri Bakanı Karl Bildt türünden Avrupalı siyasetçilerin halen ifade ettikleri ve daha önce de söylemiş oldukları şeyleri bir kenara bırakabilir ki bu son açıklama, Sarkozy’nin bile hiddet duymasına neden olmuştur. Bu talihsiz açıklamaları yapan başka bir kişi de Hollandalı AB müzakerecisi Freitz Polkistein, Türkiye’nin AB’ye alınması durumunda Avrupa’nın 1683 yılında Viyana kuşatması sırasında Osmanlı ordusunu hezimete uğratmasını boşa gitmiş bir çaba olacağını söylemişti.
Bunlar ve diğerleri yerine, Pentagon’un kendisine son derece güvendiği tarihçi ve oryantalist, keskin görüşlü, herkesin görüşüne başvurduğu, aynı zamanda Türkiye uzmanı, Modern Türkiye’nin doğuşu, (1961), istanbul ve Osmanlı imparatorluğu Medeniyeti (1963) ve Türkiye neden tek Müslüman ve demokratik ülke? (1994) gibi eserleri onlarca üniversite ve enstitüde referans eser haline gelen Bernard Lewis’e uzanalım. Lewis, Alman Die Welt gazetesinin kendisiyle yaptığı röportajda Türkiye’nin birliğe katılması durumunda Avrupa’nın Asya’dan gelen göçmenlerle dolacağını söylemiş, bu nedenle de bu yüzyılın sonuna doğru bütün kıtanın Müslüman olacağını ifade ettiğinde başta Avrupalı siyasetçiler olmak üzere bütün Avrupa bu açıklamalarla sarsıldı.
Bilimsel olarak bir başvere merci olmasın rağmen Lewis, ‘Bu yeryüzündeki tek Müslüman demokratik ülke’nin, felsefi, hukuki ve kültürel olarak Hristiyan-Yahudi mirasına yaslanmasına rağmen bir çok örneğinde dinle devleti birbirinden ayırarak laik bir yaşam tarzını benimsemiş Batılı demokrasilere katılmasından rahatsız olmuşa benziyor. Lewis’in bugün durduğu yer hala aynı, hatta Türkiye’nin israil’in Filistinlilere karşı yaptıklarına yönelik itirazlarının ardından bu tavrının daha da keskinleştiğini söylemek mümkün.
Bununla birlikte birileri Türkiye demokrasisinin Lewis’in daima göz bebeği olduğunu hatırlayacaktır. Onun sürekli olarak yazdığı gibi laik ve demokratik olmayan, islam fıkhının vahşice uygulandığı bir çevrede sadece laik olduğu için değil; aynı zamanda ve daha temel olarak bu çok taraflı ve dinamikleri, dualizmleri, inançları, coğrafyasıyla bu ortadoğu tek bir mitolojik isimlendirme kapsamına girmektedir: Darul islam. Lewis, yıllar boyu emperyalistlerin ürünü olmayan, galip işgalci güçler tarafından dayatılmayan, tam tersine uzun, yorucu ve engebelerle dolu demokrasi yolunu seçmiş, ancak demokrasi ve hürriyet yolundaki yılmaz ve ısrarlı adımlaryla bütün bu engebeleri ortadan kaldıran Türkiye tecrübesinin gerek demokrasi, gerekse anayasal ve siyasi laik çoğulculuğunun başarısından dem vurmuştu.
Bir on sene önce, Türkiye’nin AB’ye girmesi için yapılan görüşmelerine hazırlık babında Türkiye’yi daha da parlatma- pazarlama çabaları henüz başlamamışken, bütün dünya bu demokrasinin generallerin sert darbeleriyle inlediğini görüyordu. Generaller bu hareketlerini, rejimin koruyucusu ve kollayıcısı, laiklik konusunda içtihad yapabilme yetkisine sahip ve bu içtihadlarıyla toplum hakkında bağlayıcı kararlar almaya yetkili tek kurum olan MGK’nın takdirlerine göre hareket edip silahlarını göstere göstere bu tavırlarını defalarca tekrarladılar.
Bu noktada ordunun kanuna (Anayasa mahkemesine ve parti kapatma rejimine) başvurmasıyla Adnan Menderes örneğinde olduğu gibi daracağına başvurması ya da acı ilaç olarak gördüğü askeri darbelere başvurması arasında bir fark yoktu. Aynı on yıllar içerisinde dünya, Türk yargısının demokrasiye, insan haklarına ve genel özgürlüklere karşı yaptığı komik girişimlere şahit oldu. Bu anayasa kavgasının tek kurbanı, tamamı laik ama çoğunlukla marksist, solcu veyahut liberal olan Kürt milletvekilleri olmuştu. Kapatılan islamcı Refah Partisi’nin lideri olan Necmeddin Erbakan, siyasetten uzaklaştırıldıktan sonra yeniden siyaset sahnesine dönen tek siyasetçi değildi. Burada yeri gelmişken, Türkiye’deki parti kapatmanın tarihinin, enteresan olduğu gibi olan bitene tanıklık açısından da yeterli olduğunu söylemek gerekiyor. Zira 1997 senesinde Refah Partisi’nin kapatılması için anayasa mahkemesine müracaat edildiğinde bu parti, Erbakan’ın yaklaşık 25 yıl içerisinde kurduğu üçüncü partiydi. Birincisi Milli Nizam Partisi, 1970 yılında kurulup, 1971 yılında askeri muhtıraya öncülük eden darbeci generaller tarafından kapatıldı. ikincisi Milli Selamet Partisi 12 Mart Muhtırasını veren generallerin kışlalarına çekilmesinden sonra kurulmuş ve 1980 darbesiyle de kapatılmıştı.
Bütün bu olaylar, sanki biz, karanlık bir girdab yutmadan, boğulmak üzere olan müslümanların tutunacak tek dalı bundan başka dalı yokmuş gibi, Bernard Lewis’in çok daha fazla Türk demokrasisi üzerinde yoğunlaşması ve sürekli bu teraneyi tekrarlamasına mani olmadı. Gerçekte Lewis’in söylemi, söylemek istediklerini anlatır gibiydi: Tamam..Türkiye’de askeri darbeler, generaller, olağanüstü hal, özgürlüklerin kısıtlanması, partilerin yasaklanması mevzubahis olabilir. Ancak bunun tek ve yegane tecrübenin korunması için yapıldığını kabul etmek gerekir. Bu tercübeyi olduğu gibi almamız, hapı olduğu gibi yutmamız, açık ayıplarıyla birlikte bu demokrasiyi kabul etmemiz gerekiyor. Bu yüzden anayasa mahkemesinin Repfah Partisi’nin kapatılması, malvarlığına el konması ve meşru yollardan seçimle parlamentoya girmiş beş milletvekilinin siyasi yasaklılar arasında yer alması kararı karşısında Lewis’in tam bir suskunluk içerisinde olduğunu gördük. Bu siyasi yasaklılar arasında dönemin başbakanı Erbakan da bulunuyordu.
Lewis, Refah Partisi’nin kapatılmasını suskunlukla karşıladığında anayasa mahkemesinin kararlarını, ayrıca söz konusu kararı şekil ve muhteva bakımından onaylayanlar gibi objektif değildi. Sorun sadece Batılı anlamda bir demokrasinin yanında saf tutmaktan daha derin. Tarihçi, sosyal bilimci ve aynı zamanda çağdaş ortadoğunun hikmet kapısı olan bu oryantalistin herhangi bir sağlam hukuki kriterler karşısında rahatlıkla çürütülebilecek iki gerekçeye dayanarak Refah Partisi’nin kapatılabileceğini öngörüyor. Partinin kapatılması hususunda büyük ölçüde dayanılan nokta Atatürkçü laikliğin tehlikeye maruz kalması olmakla birlikte, somut kanuni ihlaller sadece ikiyle sınırlıydı: Bir, Parti, başörtüsünü (yaygın olan anlamıyla hicab değil) giymeyi teşvik ediyordu, ikincisi ise mülkiyeti devlete ait olan binalarda laik olmayan, sertlik yanlısı islami şahsiyetleri karşılamış, onlarla buluşmuştu.
Batılı herhangi bir demokratın her ne kadar Ortadoğunun ve Darul islam’ın bilmeceleri hakkında cahil de olsa, kapatılma davasında söz konusu edilen partinin Türkiye’nin en büyük partisi ve son seçimlerde en yüksek oyu almış, parti üyelerinin aralarında başkent Ankara ve istanbul gibi büyükşehirlerin de bulunduğu belediye meclislerini yöneten bir parti olduğunda bu türden hukuki gerekçeleri meşru bulması müthiş değil mi? Batılı demokratlar, “Refah Partisi ülkeyi Cezayir’e dönüştürebilir” şeklindeki tahrikkar yaklaşımdan böylesine kolaylıkla etkileniyorsa, Bernard Lewis gibi bir adam aynı tahrikten nasıl etkilenmez? Türkiye’deki islamcı akımların konumunu tayin etme hususunda Lewis’den daha yetkin kim olabilir? Kaldı ki islamcı hareketin karşı karşıya kaldığı sorun sadece Osmanlı-islam kimliğiyle Avrupalı Batılı kimlikler arasındaki çatışmadan ibaret değil.
Son olarak, askerin yaptıkları karşısında susan bir kişinin normal şartlar altında bölgedeki tek müslüman demokratik devlet olan Türkiye’nin AB’ye katılmasını sevinçle karşılaması gerekmez mi? Ve sadece bu olsa iyi, bu insanın, Avrupa’nın bu yüzyılın sonunda tamamıyla Müslüman olacağını söylemesini, Avrupalıların zihinlerini bulandırarak her hangi bir Müslüman’ın AB’ye katılması karşısında Avrupalıların daha reddedici bir şekilde yaklaşmasını sağlamaya çalışmasını nasıl yorumlamalıyız? Cevap tabii ki olumsuz. Çünkü Lewis’in koşulsuz israilci bakış açısı, hem görüş ufkunu hem basiretini körleştirmeye yeterli. Sadece bu değil aynı zamanda Rus-Yahudi fıkrasının somutlaştırdığı gibi: israil hata işlemişse ne olmuş sanki? Nasıl olur da AB’ye katılmak isteyen bir ülke, her ne kadar işin içinde fosfor bombaları da olsa, açıkça ve sürekli olarak israil’in yaptıklarına bravo demez?
Bu makaleyi el-Kudsü’l Arabi’den Faruk İbrahimoğlu, Dünya Bülteni için çevirmiştir