Bu satırlar Suriye dostlarının Tunus ve İstanbul'dan sonra düzenlediği ve 14 devletin katılımıyla Paris'te yapacağı üçüncü toplantıdan önce yazıldı. Bu toplantıyla birlikte Fransız diplomasisi, Suriye dosyasına yaklaşma babında önemli bir adım atmış, en az Türkiye ve ABD kadar doğrudan bu konuya dalmış bulunuyor. Belki bu toplantı sayesinde Fransa, kendisini ayrıcalıklı kılacak birçok özelliğe de sahip olmuş olacak. Ancak bu yakınlaşma Suriye'deki ayaklanmanın başlamasından bu yana bir çok kez alt üst oldu. O dönemde Fransız büyük elçisi Eric Chevalier, "silahlı çeteler" ve "dış müdahale" hakkında Suriye rejiminin anlattıklarını muteber kabul ediyordu. Ta ki şu anki dışişleri Bakanı Alan Juppe'nin kesinkes muhalefetten yana tavır alıp rejimin kellesini istediğini açıklayıncaya kadar... Juppe bu tarihten sonra muhalefetin temsilcileriyle çeşitli buluşmalar düzenledi ve Suriye konusunda düzenlenen bir çok uluslararası toplantı ve buluşmaya katıldı.

İnsani açıdan, Şam'daki Fransa büyükelçiliği, Suriye güvenlik güçleri tarafından kovuşturmaya ve takibe maruz kalan Suriyeli muhaliflere elle tutulur yardımlarda bulundu. Birçoklarına çıkış vizesi ve geçici seyahat izni verdi. Tabii birçoğunun pasaportu bulunmuyordu. Siyasi ve partisel faaliyetlere bir şekilde girmiş bulunan Suriyeli muhaliflerin, gençlik koordinasyonunda yer alan aktivistlerin, yazar ve sanatçıların birçoğunun Fransa'da ikamet ediyor olması da şaşılacak bir şey değil. Aynı şekilde başkent Paris ve Fransa'daki diğer büyük kentler, Suriye halkıyla dayanışma içerisinde olduklarını gösteren üst düzeyde gösterilerin düzenlenmesine tanık oldu. 17 Nisan'da Suriye düzenlenen gösteri ise sanatçıların, yazarların, meşhurların ve siyasetçilerin katıldığı "Beyaz Dalga" adlı organizasyondu. Katılımcılar burada Suriye halkı için özgürlük istediler ve katliamların durmasını talep ettiler.

Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Suriye dostları toplantısından önce diplomatik bir jargon açısından "sert" olarak sayılabilecek bir dille bir takım açıklamalar yaptı. Açıklamasında Sarkozy, Esed'in yalan söylediğini, Libya diktatörü Kaddafi'nin Bingazi'ye yapmak istediği gibi Hums kentini haritadan silmeyi amaçladığını, bu yüzden Fransa'nın halkını katleden diktatörlüğü görmeye tahammül edemeyen herkesi bu toplantıya davet ettiğini açıkladı. Tabiri caizse, bu açıklama daha önce başka münasebetlerle yaptığı sert açıklamalarla karşılaştırıldığında çok da sürpriz açıklamalar sayılmaz. Özellikle de başkanlığa aday olduğunu ilan ettiği sırada yaptığı açıklamayla karşılaştırıldığında..Toplantıya katılanların tamamının Esed'in işlemiş olduğu katliamlara tahammül edememeleri nedeniyle Suriye rejiminin devrilmesine destek verdiklerine dair kesin bir kanaate varmak doğru değil.. Durumun göreliliğini burada ancak sathi olanlar fark edemez, zaman zaman belirli durumlarda çelişse ya da uyum sağlasa da ülkelerin ajandaları, öldürülmekte olan bir halka sempati duyulmasından çok çıkarların ön plana alınmasını gerektirir.

2008 yazında, aslen ölü doğan ve kimsenin gömülmesine aldırış etmediği Akdeniz Birliği projesi aracılığıyla Suriye rejimiyle diyalog çabalarını başlatma konusunda AB çapında "lider" ya da "önder" olan Sarkozy'den başlayalım. O dönemde Sarkozy, (en başından devrileceği ana kadar diktatör oğlu diktatör olarak kalacak olan) Esed'i buraya davet etmesini, Suriye'nin bir Akdeniz ülkesi olduğu sözüyle meşrulaştıracaktı. Akdeniz Birliği zirvesine, Akdeniz kıyılarında insan haklarının ihlal edilip edilmediğini tartışmak amacıyla onu davet etmemesi için hiçbir meşru bir gerekçe olamazdı. Bu tamamen gerekli ve doğru bir mantıktı, Suriye'nin bu zirveden uzak kalması, doğal olmayan ve marjinal bir karardı.

Diğer bir yönden, Sarkozy'yi Fransız Devrimi törenlerini kutlamak için kürsüye çağırdığı için kim ayıplayabilirdi ki? Zira bu kürsüde her şey birbirine karışmıştı: Batılı demokrasiler, İsrail'le yan yana olan Doğulu ve Afrikalı diktatörler. Ortadoğu'nun demokrasi vahası!...

Bu nedenle, yüksek ahlaki değerler bir yana, o dönem sekiz uluslararası insan hakları örgütünün Sarkozy'ye yaptığı çağrı, (bunların arasında Uluslararası Af Örgütü, Middle East Watch, Uluslararası İnsan Hakları Örgütü, Avro-Akdeniz Network'u, Dünya İşkenceye Karşı Mücadele Örgütü bulunmaktaydı), özellikle birinci maddeyle ilgili tamamen karşılıksız kaldı: "Bu mektuba imza atan insan hakları örgütleri, Esed'le yaptığınız görüşmeler sırasında Suriye'deki insan hakları ihlallerini gündeme getirmeye çağırmaktadır." (Uluslararası yardımın ikonu olarak pirinç torbası taşıyıcısı, ülkelerin egemenliklerine insani müdahale teorisinin sahibi ve Esed'in Paris'e yaptığı ziyaret nedeniyle hiç de sevinmeyen) Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, bunu gündeme getireceğine dair söz verdi ve serbest bırakıldıkları takdirde Fransa'nın oldukça sevineceği Suriyeli siyasi tutukluların isimlerini Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim'in cebine koydu.

Ancak Sarkozy, gerek Fransa'nın 5. Cumhuriyet döneminin sonlarında gerekse bu dönemin ortalarında Ortadoğu'nun azgınıyla raks eden ilk Fransız Cumhurbaşkanı değildi. (Hafız Esed'in ilk ziyareti, Valery Giscard d'Estaing döneminde, Suriye güçlerinin Lübnan'a girdikten birkaç ay sonra 1976 yılında yapılmıştı). Tabii şayet bu diplomatik aktiviteleri, De Gaulle'cü teorileştirmelerin bilahare "Fransa'nın Arap siyaseti" olarak isimlendireceği üzere Fransa'nın erken alıştırmaları ve nabız yoklamaları olarak değerlendirmesi durumunda böyledir. Hatta başka bir açıdan, Sarkozy'nin Suriye rejimine açılma tercihinin kendisinden beklenen, gayet doğal ya da şaşılmayacak bir durum olduğunu söylersek abartılı bir şey söylemiş olmayız. Hatta Sarkozy, bu siyasi ve diplomatik mirasın farklı bir türevini sürdürmeye çalışan bir siyasetçi bile değildi. Gerçekte, zatı alileri, bu sayfayı tamamıyla kapatıp söz konusu siyaseti farklı tezahürleri olan yepyeni bir jeopolitik stratejiyle değiştirdi, ABD ve NATO'nun Ortadoğu siyasetini neredeyse bütünüyle benimsedi.

Fransa'nın Arap siyaseti, bir efsane havasında başladı, zihinlerde, konuşmalarda ve varsayımlarda aynen bu şekilde devam etti. Bunun tek istisnası, General Del Gaulle'ün İsrail'den "seçilmiş, kendine güvenen ve olaylara hakim bir halk", şeklinde ifade ettiği meşhur söz ve savaşan taraflara silah satmama kararıdır. Yine de Arap-Fransız ilişkileri, bazılarının kendisiyle uzun süre övündüğü türden çok yönlü ve entegre bir siyaseti şadeden olaylarla dolu değil. Burada doğal olarak birçok girişimden bahsedilebilir, belki de bunların içerisinde en meşhuru, 5. Cumhuriyet döneminde solun ilk temsilcisi olan Mitterand'ın, İsrail Knesseti'ndeki kürsüde Menahem Begin, İzak Şamir ve Likud'un diğer şahinlerinin önünde yaptığı konuşmada Filistin devletinin kurulması gerektiği yönündeki meşhur konuşması, ayrıca Yasir Arafat'ı Paris'te karşılamasıdır. Arafat'ın bu ziyareti, Batılı büyük bir devlete yaptığı ilk ziyarettir.

Ancak bu, İsrail'in 1982 yılında yaptığı Lübnan işgalinin ardından Beyrut'un Filistinli direniş unsurlarından arındırılması işlemine Fransa'nın katılmasına ilaveten, Mitterand adına yapılmış şahsi girişimlerdi. Fransız sağının bu dönemde takip edilen siyasetleri, General De Gaulle tarafından çizildiği iddia edilen Fransa'nın Arap siyaseti efsanesi tarafına çekmeye hakkı yoktur. Bu siyaset, Fransız Sosyalist Partisi'nin siyasetinin mirasının bir parçası değildir. Bunun en güzel kanıtı, 2000 yılının bahar aylarında dönemin başbakanı Leonel Jospin'in yaptığı açıklamada Güney Lübnan'daki İsrail işgaline karşı Hizbullah gerillaların yaptığı eylemlere terör yaftasını yapıştırması olmuştur. (Buna karşın onun özellikle De Gaulle çizgisindeki Fransız sağından olan eleştiricileri, bu eylemlerin birer direniş eylemleri olduğunu söylemeye cesaret edememiştir!).

(Fransızları çıldırtan göçmenlerin kokusuyla ilgili meşhur tutumun sahibi) Bir önceki Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chiraques'a gelince, başkanlık makamına geldiği 1995 yılından beri, Kahire Üniversitesi'nde yaptığı meşhur konuşma ve Doğu Kudüs'e yaptığı ziyaretten sonra İsrail güvenlik güçlerine bağlı korumalarıyla tartışmaya girdiğinde, aslında Arap dünyasına yönelik De Gaulle siyasetini uygulama konusunda çok fazla bir şey yapmadı. Tersine bu yöntemi bütünüyle pasif hale getirerek büyük bir devletin dış siyasetine uygun olmayacak şekilde bir şahsilik kattı. Buradaki paradoks (Fransa'daki törenleri, buraya Suriye devlet başkanı Beşşar Esed'in katılacak olması nedeniyle boykot edeceğini bildiren) Chiraques'in, Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin doğrudan organizasyonuyla Beşşar Esed'i Elysee Sarayı'na çağıran dünkü Chiraques olmasıdır. (Beşşar o dönemde "Suriye Bilgi Derneği başkanlığı dışında başka hiçbir resmi görevi haiz olmamasıdır). İşte şimdi paradoksun ikinci perdesine geçmiş oluyoruz.

Yarı patolojik hevesiyle Sarkozy, Ortadoğu'nun karpuzlarının büyük bir bölümünü belki de hepsini tek eline almaya gücü yeteceğine dair iddiasıyla bütün Fransız cumhurbaşkanlarından farklı olmak istedi. İster bu el dışardan göründüğü gibi tamamen Fransız olsun isterse uzak ve gizli hedefler bakımından Amerikan eline vekalet etsin fark etmez. Bir taraftan her ne bedelle olursa olsun Akdeniz Birliği Zirvesi düzenlemekle ılımlılığı teşvik etmek, fanatizme kapıları kapamak, anlaşmalar imzalamak arasında gidip gelen bir amaç için "Özgür Toplum"un bakışıyla Suriye ve Libya rejimlerinin rehabilitasyonu sözünü veriyor. Sonuç olarak Muammer Kaddafi, Akdeniz Birliği çerçevesinde yapılan anlaşmalara katılması engellenirken Beşşar Esed ise Ahmedinecad'la Ehud Olmert arasında şaşkın bir vaziyette kalakalıyor. Ve Fransa'nın buradaki tavrı ise tamamen tiyatrodur! (Bunun en tipik örneği, Mişel Süleyman'ın başkan seçildikten sonra Chiraques'ın Beyrut'a, Fransız siyasi parti başkanları ve Lübnanlı Frankofon edebiyatçı Amin Maloof eşliğinde yaptığı şova dönük ziyarettir.) Lübnan'ın ülke içindeki barışı ve uluslararası mahkemeyle ilgili olarak Chiraques'in düzenlediği ziyaret, perdeyi eksik kısmı örtmek için sarkıtmaya benzeyen bir ziyaretti.

Bugün, Fransız diplomasisi Suriye konusuna daha fazla giriyor. Seçenekler, Fransızlar Sarkozy'nin başkanlığını tazeleme, ya da onu emekliye ayırma veyahut Fransız Sosyalist Partisi Başkanı François Holland konusundaki kararlarını kesinleştirene kadar, geçici olarak buzdolabına kaldırılacak. Basit mantık açısından düşünüldüğünde muhalefete açılım yapan Sosyalist Parti'nin Suriye rejimine karşı siyasetinin daha sert olması gerektiğini düşünmek doğru olsa bile, Batılı demokrasiler bize aynı anda hem basit hem de çok veciz bir ders vermiştir: Muhalefetteyken söylenenler, kaçınılmaz olarak iktidara geldikten sonraki eylemlerle illa da örtüşmek zorunda değildir. Her halükarda, Suriye rejiminin ömrü, Elysee sarayı sakinini cezbedecek kadar uzun olmayabilir.

Dünya Bülteni için Faruk İbrahimoğlu tarafından tercüme edilmiştir.