Gazze Barbarlığı: Sadece İsrailli değil, aynı zamanda Euro-Amerikan bir barbarlık

Subhi Hadidi*

Gazze'nin iki haftadır maruz kalmakta olduğu barbarca, vahşi ve gaddarca saldırı, (Arap rasyonalistleri bu sıfatları ardı ardına kullanmakta ısrarcı olduğumuz için bizi mazur görsün) sadece İsrail'in açtığı bir savaş değil aynı zamanda ikinci derecede Amerikan İsrail savaşı, üçüncü derecede de  Euro-İsrail bir saldırıydı. Genelleştirmeye giderek Batı-İsrail saldırısıydı demiyoruz.

Gazze'de bu barbarlığı işleyenlerin İsrail pasaportu taşıdıkları doğru olsa da silah yüzda 90 oranında Amerikan silahı, saldırıyı kamufle eden de Amerikan siyasetidir. Bir de buna Gazze'de yapılanları gizlemek ve bunu kamufle edebilmek için geliştirilen çeşitli medya taktiklerini ekleyin. Tablo gayet açık. Burada söz konusu ettiğimiz kesimin halk değil resmi yetkililer olduğu gerçeği gözlerden kaçmasın.  

BM Güvenlik Konseyi'nde yapılacak olan Batılı ülkelerin Dışişleri Bakanları toplantısından başlayalım. Sonra da AB dönem başkanlığı görevini vekaleten yürüten Çekoslavakya hükümetinin İsrail ordusunu eylemlerinin saldırı amaçlı değil savunma amaçlı olduğu yönündeki açıklamalarına geçelim. Ardından Sarkozy'nin saldırıların sorumluluğunun Hamas'ta olduğunu söylemesine ve ABD Başkanı George Bush'un İsrail'e toz kondurmayan tavrına bakalım. Şayet ABD'nin Güvenlik Konseyi'ndeki temsilcisi John Bolton  veya Fransa'nın eski Savunma Bakanı François Lyotard gibilerine baktığımızda özellikle sonuncusunun Gazze sınırındaki Yahudi yerleşimcilerle dayanışmaya girmek için İsrail'e gitmeyi planladığını, diğerlerinin ise Beyaz Saray'ı harekete geçirerek mevcut fırsatı değerlendirmesini ve İsrail'i desteklemek için İran'ı bombalaması için teşvik ettiğini görürüz.  

Ancak..Tüm bunlarda yeni bir şey var mı? Ka'b bin Zuheyr'in hikmetini taşıyabiliyor muyuz: 

Söylediklerimiz eski bir şakının nameleridir

Sözleri her daim tekerrür eder

Evet, çünkü bu ayrıntıların önemli bir bölümü, tekrar etti ve ediyor. Daha önceki olaylarda benzeri şeyleri söyleyenler yine aynı şeyleri söylüyorlar. Olaylar aynı, sözler aynı ama her olayın kendine has barbarlığı birbirinden farklı olabiliyor. İstikrara ermeye aday olan trajedinin derinliği kurbanın hatırasına içkindir. Örneğin, durumları 20 Aralık 2008 öncesine götüren ateşkes kelimesiyle Filistinliler üzerindeki kuşatma kaldırılmaksızın sadece İsrail'in güvenliğini sağlayan daimi ateşkes ifadelerinin seçilmesi konularında Amerika ile Fransızlar arasında meydana gelen abes tartışmalara bakıldığında 2006 yazında Brüksel'deki Bizans oyunlarını görmüyor muyuz? O zamana kadar, Avrupa demokrasisi, "Ateşkes mi, saldırıların durdurulması mı?' türünden saçma sapan ve içi boş tartışmalarına boğazına kadar batmamış mıydı? Tüm bu yaşadıklarımız bizlere o günleri hatırlatmıyor mu?Ama iş İsrail'in vahşiliği, barbarlığını ve gaddarlığına gelince…İsrail, o dönemde elini kolunu sallaya sallaya çoluk çocuk demeden herkesi katletmiş, taş üstünde taş bırakmamıştı.

Geçmişte, klişe olarak, gerek görüşmelerin kapısını aralamak, gerekse tarafların birbirleriyle pazarlığı konusunda daha iyi bir konum almalarını sağlayabilmek için bölgesel savaşlarda uluslararası toplum, acilen ateşkes çağrısında bulunurdu. Şimdilerde ABD, tıpkı 2006 yazında Lübnan'da ateşkesin faydasız olduğu yönünde yaptığı açıklama gibi Gazze'de savaşın sürdüğü şu günlerde Filistinliler füze atmaya devam ederken ateşkesin 'imkansız' olduğunu söylüyor.

Böylece yeniden ortaya çıktığı gibi yaşlı ve kökü derinlerde Avrupa, aynı anda hem demokratik rejimlerin ve aydınlanmanın babası ve hem de emperyalist sistemlerin atası olan bu büyük ve birleşik Avrupa, bağımsız bir dış politika takip etme konusunda oldukça acizdir. Başta Ortadoğu meselesi olmak üzere kronikleşen bir çok konuda Amerika'nın kuyruğuna takılıp gitmektedir. Sanki hala AB başkanlığını yürütüyormuş gibi Sarkozy'nin (arabuluculuk girişimleri sırasında İsrail'in güvenliğine gösterdiği titizliği hiç bir şekilde gizlemeye ihtiyaç duymaksızın) AB içerisindeki durumları eski haline getirerek İsrail'e körü körüne taraftar olan ABD'nin izini takip etmektedir.

Üçüncü örnek, sürekli yeni kalan ve kalmaya devam eden Avrupa'nın Amerika'nın Irak'ın işgaline gözü kapalı verdiği destektir. Times gazetesi 7 Avrupa liderinin (İspanyol lider Hose Maria Aznar, Portekiz lideri Hose Manuel Barosso, İtalyan lider Silvio Berlusconi, İngiliz lider Tony Blair, Cekoslavak lider Vaclav Havel ve Danimarkalı lider Anderas Rasmussen ile Macaristan ve Polonyalı liderlerin Irak'a savaş açma çağrısını yayınlamıştı. Dil ve ruh açısından açıkça vicdandan yoksundu, kendisine saygısı yoktu, halkları aşağılamaktaydı ve dikkatleri insanların çekmekte olduğu sıkıntılardan başka yöne çekmekteydi.

Yedi şövalye, o döneme kadar Beyaz Saray'ın (uluslararası arenada) kullanmakta olduğu korkuların aynısını kullanmakta bir beis görmedikleri gibi, ikinci bir adım olarak da Birleşmiş Milletlerin ve Güvenlik Konseyi'nin rolünü ekarte etmeye çalıştılar (ki burada bu metni imzalamayan başta Fransa ve Almanya gibi AB ülkelerle da alay etmişlerdir): "Biz, Avrupa'da ABD ile zaman karşısında sınanmış bir ilişkiye sahibiz. Amerika'nın cesareti, uzak görüşlülüğü ve cömertliliği sayesinde 20. yüzyılda Avrupa kıtasını yerle bir eden iki büyük felaketten kurtulmayı başardık: Nazizm ve Komünizm. Avrupa ve ABD arasındaki sürekli hale gelen işbirliği sayesinde kıtada barış ve özgürlüğü korumayı başardık. Bu ilişkinin, Irak rejiminin uluslararası güvenliğine yönelik tehdit çabalarına kurban edilmemesi gerekir." 

Dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfield, Irak'a açılan savaşta ABD'nin güç kullanma konusunda Vietnam'dan tevarüs eden iki yüzlü tavrını ortadan kaldırma fırsatını da yakalamıştı. Ayrıca Pentagon, Clinton dönemine damgasını vuran füzelerle vurma konusundaki kompleksini de üzerinden atmıştı. Öte yandan ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Irak'a yönelik savaşta Amerikan vicdanının 60'lı yılların hayaletinden kurtulması gerektiğini söylemişti: Ahlaki otoritenin yitirilmesi, Amerika'nın çökmek üzere ya da yanlış yolda yürüdüğünü ihsas ettirmek."

Yedi şövalye, kendileri açısından savaşı dünyanın barış ve güvenliğini sağlamak için altın bir fırsat olarak gördüğü gibi, BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına tam bir bağlılık göstererek güvenilirliğini ispat ettiği değerli bir gelişme olarak da gördü. Yedi şövalyenin, aynı konseyin Arap-İsrail anlaşmazlığı konusunda aldığı kararları unutuyor görünmesi de oldukça kolaydı ve hiç de ürkütücü değildi. Bütün bu kararlar kağıt üzerinde kalmıştı çünkü İsrail devleti, bu kararları uygulamayı reddediyordu. Bu kadar basitti. Avrupa'nın demokrat liderlerinin, Amerikan başkanının bir saat kadar süren konuşması sırasında 'Filistin Devleti' ibaresini kullandığını görmezden geliyor, böyle yaparak sanki "İsrail işgal güçleri, Filistin'de giriştiği katliam ve soykırımlarla dünya güvenliğini ve barışını tehdit etmiyor" demeye getiriyorlardı.

ABD'nin kibrinin küresel tarihi boyunca Amerikan-İsrail ilişkileri önemli bir yer tutmaktadır. Çıkarlar karşılıklı hale gelmekte, stratejiler paylaşılmaktadır. Müttefik ister zalim ister mazlum durumda olsun, bu ilişki dostunu desteklemek şeklinde tecelli ediyordu. 1796 yılı gibi uzak bir tarihte ABD Başkanı George Washington, Amerikan halkını hiçbir milletle duygusal bir ilişkiye girmeme konusunda uyarmıştı. Çünkü bu türden bir ilişki, kalıcı ortak bir  çıkar olduğu yönünde bir yanılgının ortaya çıkmasına yol açabilirdi, halbuki uluslararası ilişkilerde milletler arasında ortak çıkar olamazdı. Aradan geçen iki asır sonra George Paul (saygın diplomat, ve Amerikan eski başbakanı George F. Kennedy'nin danışmanlarından), ABD ile İsrail arasındaki bu duygusal ilişkinin ülkeye zarar verecek dereceye geldiğini söylemiş ve 1947 yılından bu yana iki ülke arasındaki ilişkilerin seyrini masaya yatıracak yeni bir bakış açısına ihtiyaç duyduğunu belirtmişti.

Paul, Amerikan siyasetçilerine İsrail ile ilişkilerde üçlü sacayağa sahip bir yaklaşım önermişti. Bunlardan birincisi Amerika'nın ulusal çıkarları, ikincisi İsrail'in ulusal çıkarları üçüncüsü de Arapların ulusal çıkarlarıydı. Ancak geçen zaman, bu aç ayaklı yaklaşımın tamamen değiştiğini gördü: Birinci ayak ABD'nin ulusal çıkarları, ikincisi İsrail'in ulusal çıkarları, üçüncüsü ……Amerikan Yahudileri'nin ulusal çıkarları!" şekline dönüşmüştü. Arap ülkelerinin ulusal çıkarlarına elince, bunu tehlikeye atan ve gözlerden ırak tutan, bu yolsuzlukçu, saltanatçı, bağımlı ve aciz ülkelerin bizatihi kendileriydi.  

Gazze'de şu ana kadar gördüğümüz, 2006 yılında Lübnan'da ve 2003 ilkbaharında Irak'ta gördüklerimizin aynısıdır, bunların her birinde benzeri metotlar uygulanmıştır. Burada uygulananlar, Berlin duvarının yıkılmasından ve eski çift kutuplu dünya düzeninin çökmesinin ardından devreye giren yeni düzenin farkını ortaya koyar nitelikteydi. NATO'nun etki alanını genişletmesi, Afganistan ve Irak işgallerinden sonra uluslararası strateji uzmanları, Avrupa ittifakı (Fransa-Almanya) ve Asya ittifakı (Çin-Hindistan) karşısında Anglo-Sakson kutbunun (Amerikan-İngiltere kutbu) bulunduğu konusunda görüş değiştirmeyi düşünmüyor. Artık ABD, 'uluslararası toplum'un işe yaradığı ölçüde kullanıldığı, nispi olarak iştirak ettiği, arıza çıkarmadığı oranda makbul görüldüğü uluslararası düzenin yeni efendisidir ve artık karşı konulamaz bir imparatorluktur. İsrail, İngiltere'nin üslendiği rolden farklı bir role sahiptir. Avustralya ise Japonya'nın yerine getirdiği işlevi yerine getiremez,herkesin görevi ayrıdır. Fransa, tıpkı Almanya ve İspanya gibi, daha önce üzerinde ittifak edilen hususlar çerçevesinde kalmak şartıyla itiraz edebilir, arabuluculuk yapabilir veya karışıklık çıkarabilir.   

Öyleyse bu, uluslararası ilişkilerin müphem ve saptırıcı bir şekilde 'uluslararası toplum' olarak adlandırılan Avro-Amerikan sistemine uygun kurallara göre yürümesi için sadece yeni bir fırsattır. Amerikan düşünürü Noam Chomsky, bu düzenin düşüncesini veciz bir şekilde ifade edebilmek için aşağıdaki veciz ibareyi üretmiştir: "Biz efendilersek sizin de bizim ayakkabılarımızı silmeniz gerekir." Aşağıdaki ibarenin yazının başlığı olduğu makalesinde Chomsky, (David Grosmann gibilerinin ölümünden sonra ağladığı) İsrail Başbakanı İzak Rabin'in vaadini iktibas etmektedir: "Filistinliler ilk İsrail kurucularının nekbe  döneminde kehanetini hatırlatırcasına kırılacaklardır. Filistinliler insan tozuna dönüşecek ve toplum posası haline geleceklerdir." Chomsky'ye göre Batılıların Araplar karşısında üstünlüğünü ırkçı yaklaşımlarıyla göstermeye çalışan teorilerin böylesine provakatif olmasında şaşılacak bir şey yoktur.

Geçenlerde, Ortadoğu'da meydana gelen katliam, savaş ve felaketleri bütün gerçekliğiyle anlatan İngiliz gazeteci Robert Fisk, şunları sorguluyordu: "1982 yılında neredeyse tamamı sivil ezici çoğunluğu ise kadın ve çocuklardan luşan17 bin kişinin ölümünü, Sabra ve Şatilla katliamında 1700 kişinin öldürülmesini, 1996'daki Kana katliamında BM'ye bağlı bir sığınakta öldürülen yarısı çocuk 106 sivili, ve 2006 yılında evlerini boşalttıkları taktirde kendilerine zarar vermeyeceklerini söylediği halde sonra evlerini boşaltan 1000 kadar sivilin helikopterden atılan bombalarla öldürülmesini ne çabuk unuttuk?  Cevap çok basit: "Evet, Washington, Londra, Paris ve Brüksel'deki efendilerle diğer Batılı başkentlerdeki liderler bunları unuttu da ondan." Bu nedenle Gazze'ye karşı barbarlık, sadece İsrail tarafından geliştirilmiş olmayıp aynı zamanda Batılıların da işin içinde oldukları bir katliamdır. 


*Paris'te mukim, Suriyeli gazeteci

Bu makaleyi Dünya Bülteni için Türkçe'ye çeviren: İbrahim İslamoğlu