Konumu nedeniyle ya komşularının baskısına maruz kalan ya da onlara baskı yapması gereken Türkiye, 'İslamcı enternasyonalizm'e yönelerek güçlenecek. Bölge daha da karıştıkça, Ankara da güçlendikçe, boşluğu doldurması için üzerindeki jeopolitik baskı dayanılmaz hale gelecek.

Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan geçen hafta Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'le giriştiği  münakaşada öfkeden patladı. Öfkesi Peres'e değil, daha ziyade İsrailli lidere daha fazla süre tanımakla suçladığı moderatör David Ignatius'a yönelikti. Olayın ardından Erdoğan "Kesinlikle hiçbir şekilde İsrail halkını, Peres'i ya da Yahudi milletini hedef almadım. Ben, Anti-Semitizm'in insanlığa karşı suç olduğunu açıkça ilan etmiş bir başbakanım" dedi.

Buna karşın uluslararası basın yine de Erdoğan'ın İsrail'in Gazze'deki siyasetine saldırmasına ve pek çok kişinin Peres ve İsrail'e tavır koyduğunu sanmasına yol açacak şekilde öfkeyle ayrılışına odaklandı. Kuşkumuz o ki, burada söz konusu olan karmaşa Erdoğan'a tam uyuyor. Türkiye fiilen İsrail'in müttefiki. Bu ittifak nedeniyle Gazze'de yaşananlar Erdoğan'ı zor duruma düşürdü. Başbakanın Türkiye'deki ılımlı İslamcı camiadaki takipçilerine İsrail politikalarına karşı olduğunu göstermesi, diğer yandan da orduyu İsrail'le ilişkileri koparmaya yeltendiğine dair işkillendirmemesi gerekiyordu. Planlı mı, plansız mı bilinmez ama Erdoğan'ın Davos'daki patlaması, İsrail'le bağları gerçekten zorlamadan bu ülkeye karşı muhalefetini sözlü olarak göstermesini sağladı.

'Laik soyutlanma' devri bitti
Erdoğan'ın konumunun ne kadar karmaşık olduğunu anlamak önemli. Osmanlı'nın yıkılmasından beri Türkiye'de laik bir hükümet var. Laik niteliğiyse ordunun teminatı altında ki, asker Atatürk'ün mirasını koruma rolünü üstleniyor. Erdoğan'sa seçilmiş bir ılımlı İslamcı. Bu nedenle ordu tarafından şüpheyle değerlendirilmekte. Daha İslamcı partilerse kamuoyunda başarı kazanmakta. Başbakanın askeri müdahale ve İslamcı terör şeklindeki iki uç sonuçtan sakınarak bu güçler arasında denge tutturması gerekiyor.

Ayrıca Türkiye daima sorunlu bir bölgede. Asya'yla Avrupa'yı, Arap dünyasının kuzey sınırıyla Kafkaslar'ın güney sınırını birbirini bağlayan köprü. Etkinliği Balkanlar'a, Rusya'ya, Orta Asya'ya, Arap dünyasına ve İran'a uzanıyor. Diğer yandan, kaynağını bu bölgelerden alan güçlerin de hedefi haline gelmekte. Boğazlar'daki denetimini ekleyince konumunun karmaşıklığı anlaşılıyor; Türkiye, ya komşularının baskısına maruz kalıyor ya da onlara baskı yapıyor. Daima çeşitli yönlere doğru dışa çekiliyor, hatta Doğu Akdeniz'in içine doğru. Hal böyleyken jeopolitik zorluklarla başa çıkması için önünde iki farklı yol var.

Orduya göre, Osmanlı İmparatorluğu Türkiye'yi 1. Dünya Savaşı belasına sürükleyen bir felaketti. Atatürk'ün getirdiği çözümlerden biriyse sadece Türkiye'nin savaş sonrasında küçülmesini değil, aynı zamanda emperyal maceralara atılma riskini önleyecek biçimde sınırlandırılmasını da içeriyordu. 2. Dünya Savaşı'nda hem Mihver devletleri hem de Müttefikler, Türkiye'ye kur yaptıkları gibi diş de gösterdi. Ancak ülke tarafsızlığını koruyup bir ulusal felaketten sakınmayı başardı.

Soğuk Savaş'ta Türkiye'nin konumu aynı derecede zorluydu. Sovyet baskısı karşısında Türkler ABD ve NATO'yla ittifak yapmak zorunda kaldı. Türkiye, Sovyetler'in umutsuzca istediği bir şeye sahipti: Boğazlar. Doğal olarak Türkler ne coğrafyalarını değiştirebilir, ne de bağımsızlıklarını feda etmeden Boğazlar'ı Sovyetler'e bırakabilirdi. Boğazlar'ı kendi başlarına da koruyamazlardı. Önlerinde sadece NATO üyeliği seçeneği bulunduğundan Türkler Batı ittifakına katıldı.

Amerikalıların Türkiye'yle ilişkisine (ve güneye ilerleyişlerini engelleyen bir diğer ülke olan İran'a) karşı Sovyetler, Arap ülkeleriyle ittifak kurma ve buralarda hükümet devirme stratejisi geliştirdi. 1950-1970 yıllarında Mısır, Suriye, Irak ve diğer ülkeler Sovyet nüfuzuna girdi. Türkiye'yse bir tarafta Sovyetler, diğer yanda Irak ve Suriye olan bir mengenenin ortasında kaldı. Sovyetlerin yörüngesinde bulunan Mısır da hesaba katılınca Türkiye'nin güney cephesi ciddi tehdit altındaydı.

Bu durum karşısında Türkiye'nin iki olası tepkisi mevcuttu. Birincisi, dağlık coğrafyasının avantajlarını kullanmak ve saldırıları caydırmak için ordusunu ve ekonomisini güçlendirmekti. Bunun için ABD'ye ihtiyacı vardı. İkinci seçenekse, bölgede hem Sovyetlere hem de solcu Arap rejimlerine düşman olan diğer ülkelerle işbirliğine gitmekti. Bu tanıma uyan iki ülkeyse İsrail ve 1979 öncesi İran'dı. Türkiye'nin İsrail'le ilişkisi işte böyle doğdu. İkisi de Sovyet karşıtı Amerikan ittifakına dahildi ve Doğu Akdeniz'e ilişkin ortak çıkarları vardı. Suriye'nin dizginlenmesi ikisinin de çıkarıydı. Türk ordusunun ve hükümetinin bakış açısından İsrail'le yakın işbirliği son derece anlamlıydı.

Buna karşılık ikinci bir Türkiye vizyonu daha var; ulusal güvenliğini korumanın ötesinde sorumlulukları bulunan Müslüman bir güç olarak Türkiye'yi değerlendiren. Bu bakış açısı Türkiye'nin İsrail ve ABD'yle ilişkilerini koparacaktır. İsrail artık Türkiye'nin ulusal güvenliği için vazgeçilmez değil, Türkiye ABD'ye tamamen bağımlı olmaktan da kurtuldu.
Bu anlayışa göre Türkiye, Müslümanlara destek için gücünü yaymalı. Sonuna dek götürülürse bu anlayış Türkiye'nin Balkanlar'da Arnavutlar ve Boşnaklara desteğini içerecektir. Ayrıca Arap rejimlerinin şekillenmesine yardımcı olmak için nüfuzunu güneye yaymasını da kapsayacaktır. Etkinliğe sahip olduğu Orta Asya'ya da müdahil olmasına yol açacaktır. Son olarak bu anlayışla Türkiye deniz gücü konumuna gelip, Kuzey Afrika'daki gelişmeleri etkiler. Bu gayet yayılmacı bir vizyon ve ülkenin ötesine çıkmaya soğuk bakan ordunun aktif desteğini gerektirir.

Erdoğan denge sağlama peşinde
Türkiye, hemen yanıbaşındaki komşularının ötesini de etkileyecek ekonomik ve askeri potansiyele sahip İslam dünyasındaki beş büyük güçten biri. Endonezya ve Pakistan içten bölünmüş halde. ABD'yle zıtlaşan İran'ın genişleme seçeneği sınırlı. Mısır rejimi ve ekonomisi yüzünden içten sakatlanmış konumda.

Diğer yandan Türkiye dünyanın en büyük 17. ekonomisi. Suudi Arabistan dahil tüm Müslüman ülkelerinkinden daha büyük bir gayrisafi yurtiçi hasılaya (GSYH) sahip. Almanya, Britanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Hollanda hariç, GSYH'sı tüm AB ülkelerinkinden fazla, İsrail'inkinin yaklaşık beş katı. Türkiye, Arap dünyası, Kafkaslar ve Balkanlar'daki istikrarsızlıkla çevrili. Fakat bölgedeki en istikrarlı ve dinamik ekonomiye ve İsrail'den sonraki en yetkin orduya sahip. Zaman zaman sınırlarının ötesine de çıkıyor. PKK'ya sınırötesi operasyon düzenlediği oldu. Ancak politikası kapsamlı etkinlikten uzak durma yönünde. Buna mukabil Türkiye'ye dair İslamcı yaklaşıma göre, İslamcı bir rejim denetimindeki ve bu büyüklükteki bir güç nüfuzunu önemli ölçüde yayacağı bir konuma gelecektir. Ordu ve laiklerse Osmanlı'nın gücünü nasıl tükettiğini hatırlayıp bunu tekrarlamak istemiyor.

Türkiye'nin derinden bölünmüş bir toplum olduğunu söylemek doğru olmaz. Türkiye anlaşmazlıkları harmanlamayı öğrendi. Erdoğan şu anda siyasi yelpazede merkezi temsil ediyor. Ancak rekabet içindeki üç güç arasında denge sağlamakla da uğraşıyor. İlki ekonomi ki, zorluklara rağmen muhtemelen daha da büyüyecek. İkincisi ordu ama askerler ölçüsüz dış etkinlikten, hele hele dini gerekçelerle olanlardan kaçınıyor. Üçüncüsüyse ülkeyi İslam dünyasının parçası, belki de lideri olarak görmek isteyen İslamcı hareket.

İsrail'le bağı koparmak istemiyor
Ekonomiyi zayıflatmak istemeyen Erdoğan, radikal İslamcı fikirleri de orta sınıfa yönelik bir tehlike olarak görüyor. Ayrıca orduyu siyasetten uzak tutmak istiyor. Bunun yanında orduyu kışlasından çıkarabilecek, daha da kötüsü ekonomiyi zayıflatabilecek radikal İslamcıları da yatıştırma arzusunda. Yani başbakan iş dünyası, ordu ve dini kesimleri aynı anda mutlu etmek istiyor. Bu kolay değil ve Erdoğan, Gazze'ye saldırdığı ve bu işi daha da zorlaştırdığı için İsrail'e kızgın. İsrail-Suriye diyaloğunun gelişmesinde Türkiye yaşamsal önemde. Dünya artık Türkiye'nin bölgesel liderliğinin belirdiğine tanık oluyor ama bu durum risk karşıtı ordu için nazik bir konu olmanın da ötesinde. Dolayısıyla Erdoğan, Gazze'de gereksiz bulduğu bir operasyona girişerek İsrail'in Türkiye'deki asker-sivil güç dengesini tehlikeye attığını ve bölgede dikkat çeken girişimlerini boşa çıkardığını düşünüyor.

Yine de Erdoğan İsrail'le bağları koparmak istemiyor. Bu nedenle moderatöre yükleniyor. Söz konusu öfke patlaması gerçekte bir kopuş yaratmadan ona İsrail'le bağları kati biçimde koparıyor gibi görünme imkânı sağladı. Yani kendi ince çizgisinde hünerlice yürümeyi sürdürdü.

Sorun şu ki, Erdoğan dengeyi daha ne kadar koruyabilir? Bölge daha kaotik hale geldikçe, kendisi de giderek güçlendikçe, boşluğu doldurması için Türkiye'nin üzerindeki jeopolitik baskı o kadar dayanılmaz hale gelecek. Türk İslamcılığı gibi yayılmacı bir ideolojiyi ekleyince, bölgede hızla yeni bir güç belirecek. Sürece gem vurabilecek tek odaksa Rusya. Moskova, Tiflis'i boyun eğmeye zorlar ve askerlerini yeniden Türkiye-Ermenistan sınırına yerleştirirse, Türkler Rusları önleme politikalarına dönmek zorunda kalır. Fakat birkaç yıl içinde Rusya'nın gücü ne seviyeye gelirse gelsin, uzun vadede Türkiye'nin gücünün artması kaçınılmaz. (ABD'de yayımlanan istihbarat ve ekonomi dergisi, derginin kurucusu, 2 Şubat 2009)

Kaynak: Radikal