Sözde 'Arap Baharı'nın her yanı sardığı günler epey uzakta kalmış görünüyor. 2005'ten bu yana Irak iç savaşa sürüklendi, Lübnan geçtiğimiz yaz savaş deneyimi yaşayıp siyasi felce sahne oldu, Filistin Yönetimi çökmenin eşiğine geldi, Mısır'daki yöneticilerse siyaset alanını genişletmek bir yana daraltıyor. ABD Başkanı George W. Bush'un davul zurnayla duyurduğu Ortadoğu'yu 'özgürleştirme' projesi, bu bölgede daha açık siyasi sistemler geliştirmenin zorluklarına dair gerçekçi olmayan beklentilerin kurbanı haline geldi. Son beş yılda Washington'da Ortadoğu'daki sivil toplum, iktisadi kalkınma, eğitim reformu, 'kapasite inşası' ve dinin siyasetteki rolü hakkında yapılan tüm tartışmalarda gözden kaçan çok önemli bir unsur vardı: Pek çok ülkenin siyasi sistemlerinde askerlerin oynadığı rol.'Göstermelik demokrasi' Mesela Mısır'ı, Cezayir'i ve Arap olmayan Türkiye'yi ele alalım. Her ne kadar üniformalı şahıslar yönetimde bulunmasa da, bunlar askeri hakimiyet altındaki ülkeler. 'Askeri hakimiyet' sözü, Ortadoğu'yla ilgilenen siyasetçi ve analizcilerin genelde gözden kaçırdığı iki önemli kavrayış sunuyor: Öncelikle, askerler ve Ortadoğu ordularının ekipmanları rejimi koruyan aşikâr dış çemberi oluştururken, aslında doğrudan askeri yönetimin daha az belirgin, çok katmanlı kurumsal mirası rejimin sürdürülmesinde kilit rolü oynuyor. Örneğin güçlü başkanlıklar, zayıf yasama sistemi, anayasayı ihlal eden güvenlik mahkemeleri ve sıkıyönetim kanunları farklı düzeylerde de olsa Mısır, Cezayir ve Türkiye'nin siyasi sistemlerinin belirgin özellikleri arasında. İkincisi, askerler hem görünüşte demokrasi bulunmasından, hem de siyasi otoritenin bazı araçları üstünde doğrudan denetim sahibi olmaktan çıkar sağlıyor. Yönetmek istiyorlar ama 'hükümet etmeye' hevesli değiller. Bu yöntemin iki getirisi var. Ordu bir yandan 1980'lerin başında Arjantin'deki askerlerin çektiği sıkıntılar gibi hükümete dair gündelik sorunlardan kendini koruyor hem de toplumdan gelen daha fazla siyasi katılım sağlanması yönündeki bazı talepleri, siyasi sistemin otoriter doğasını kökten değiştirmek zorunda kalmadan karşılamış oluyor. Bu açıdan, çok sayıda siyasi partinin bulunması, düzenli seçim yapılması ve görece özgür medyanın varlığı daha demokratik bir siyasetin belirtilerinden ziyade demokratik olmayan hâkim rejimi korumaya yönelik stratejinin parçaları gibi görünüyor. Cezayir'de düzinelerce parti parlamentoda sandalye kazanmak için yarışırken, Mısır son yıllarda muhalif gazetelerin sayısının artışına sahne oldu. Fakat Cezayir ve Mısır demokratik ülkeler olmadıkları gibi demokrasi yönünde bir değişim de geçirdikleri söylenemez. Her iki ülkede de ordu statükonun başta gelen savunucusu ve bu durumdan en fazla çıkar sağlayan kesim. Pek tabii ki, hükümet etmeden yönetmenin de riskleri var. Mısır'da Müslüman Kardeşler gibi muhalif gruplar seçimler gibi düzmece demokratik uygulamaları ciddiye alıyor. Müslüman Kardeşler kendi gündemini geliştirip, güç kazandıkça ülkedeki askeri temele sahip rejime karşı büyük tehdit oluşturuyor.Rejimin savunucuları da demokratik görünümlerinin istismar edildiğine iyice kanaat getirince Müslüman Kardeşler'i sistematik biçimde bastırıyor. Mısır siyasetinde hep tekrarlanan bu sahneler halihazırda başkent Kahire'de yine sergilenmekte. 2005 sonunda Müslüman Kardeşler'in parlamentoda sandalyelerin yüzde 20'sini elde etmesinden bu yana Mısır'ın asker hâkimiyetindeki yönetimi muhalif örgütün daha fazla kazanım sağlamasını engellemek için yerel seçimleri erteledi, yasal statü kazanmasını zorlaştıran yasalar çıkartılmasına nezaret etti, pek çok üyesini tutuklayıp askeri mahkemelere gönderdiTürkiye patolojik yapıyı kırdı Yine de askerlerin hâkimiyetindeki ülkelerin vatandaşları daima otoritarizm altında yaşamaya yazgılı değil. Türkiye benzer bir patolojik siyasi yapılanmayı kırmayı başarıp demokratik dönüşüme başlamış görünüyor. Uzun süre genel kanı güçlü Türk ordusunun son derece laik ve her şeyden öte Mustafa Kemal Atatürk ve subaylarının 1923'te kurdukları rejimi muhafaza etmeye kararlı olduğu yönündeydi. Buna karşılık bir dizi İslamcı partinin halefi olan AKP 2002'den bu yana sistematik biçimde ordunun kolunu kanadını budadı, askerlerin siyaseti etkilemesini zorlaştırdı. TBMM artık askeriyenin tedarik bütçesini denetleyebiliyor. Ayrıca subaylar sivil eğitime ve yayıncılığa dair kurulların yönetiminden de çıkarıldı. En önemlisi, daha önce askerlerin ağırlıklı olduğu Türkiye'nin ünlü Milli Güvenlik Kurulu, artık kendi bütçesini kendi idare etmeyen bir danışma organına indirgendi.Türkiye teşvikle değişti Türkiye'deki değişimler yabancı bir gücün, yani Avrupa Birliği'nin demokrasinin gelişmesinde oynadığı rolün doğrudan sonucu. Ankara'yla ilişkisi genelde sorunlu olan Brüksel bir dizi teşvikle Türkiye'de reforma uygun bir ortam yaratılmasına yardım etti. 2003 ve 2004 yıllarında Türkiye'de AB üyeliği fikri o kadar popülerdi ki, kamusal prestijlerine değer veren askerler sivil yönetimin AB güdümlü reformlarına muhalefet edemedi. Her ne kadar Türkiye'deki ulusal güvenlik anlayışlı devleti kökünden sökmek zaman alsa da Ankara kesinlikle demokratik bir rotada. AB'nin Türkiye'yle deneyiminden Amerikalı siyasilerin çıkaracağı ders gayet açık. Bazı Arap aydınları ve eylemcilerinin itirazlarına rağmen siyasi değişimin sağlanmasında dış güçler yararlı olabilir, hatta kilit rol oynayabilir. Buna karşılık ABD'nin güç kullanımı ve cezalandırıcı tedbirlerle Arap dünyasında siyasi değişimi sağlaması pek muhtemel değil. Türkiye'nin askerlerin hâkimiyetindeki yarı otoriter siyasi sistemden gelişen bir demokrasiye görece yumuşak geçişi tehditlerle değil teşviklerle gerçekleşti.